30 Nisan 2010 Cuma

Hak ve Hakikat

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve ma kade-ru'llahe hakka kadrihi / Allah'ı gereği gibi
tanımadılar." (En'am, 91) Her bilinen ve tanınan bağlamında tanıma/marifet iki olguyla
ilintili olur: Bu olgulardan biri hak, biri de hakikattir. Hak, akılların delil yoluyla idrâk ettikleri
bir şeydir. Hakikat ise; keşif ve müşahede ile idrâk edilir. İdrâk edilecek bir üçüncü olgu
kesinlikle yoktur. Bu yüzden Harise: "Ben gerçek (hak) bir müminim" demiştir. Bu sözünde
Harise, idrâk edilenlerin ilkini zikredilmiştir. Çünkü ikinci idrâk edilen aracılığıyla
pekiştirilmiş, vurgulanmış bir olgudur onun nazarında. Ama bu noktaya değinmeden
susmuştur. Hz. Resulullah (s.a.v.) ona şöyle demiştir: "Senin imanının hakikati nedir?"
Efendimiz (s.a-.v.), eğer o ikinci olguyu idrak etmiş biri olsa, bizzat gözlem, muttali olma ve
keşif şeklinde cevap vereceğini düşünmüştür. Nitekim bu yönde bir cevap verince
Efendimiz (s.a.v.): "Bildin, bundan ayrılma" şeklinde karşılık vermiştir. Bir şeyi kemâl
derecesinde bilmenin, tanımanın şu iki gerçekten başka bir yolu yoktur: Hak ve Hakikat.
Yüce Allah, kendisini "hakk"ıyla bilmekten aciz olduğumuzu haber verdiğine göre, acaba
O'nu "hakikaf'iyle bilebilir miyiz? Ayette geçen "kadr"dan maksat, ulûhiyet makamının
gerektirdiği azameti bilmekten başka bir şey değildir. Biz bundan aciz olduğumuza göre,
yüce zatını bilmememiz çok daha belirgin olarak ortaya çıkar. Muhakkikler bu celâli/ululuğu
bizzat gözlemleyince, kesin olarak O'nu hakkıyla bilemeyeceklerini ifade ettiler, bununla
beraber ta'zimde de kusur etmediler. Bu noktada sergiledikleri yetersizlik oranında şunu da
öğrendiler: Sonradan olma (hadis) bir varlığın, öncesiz (kadim) bir varlığı hakkıyla bilmesi,
gücü dahilinde değildir. Çünkü bu, bir tür gerçek bir münasebete bağlıdır. Oysa bu hayret
sahralarında bu celâlle münasebet kurmak da mümkün değildir.

İbn Arabi Hazretleri (k.s.)
Risaleler