25 Kasım 2009 Çarşamba

Allaha Sadakat

Şeddâd İbnu'l-Hâd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevî gelerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a iman etti. Sonra da sordu: "Seninle hicret edeyim mi?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu ashabından birine teslim edip meşgul olmasını söyledi. Sonra yapılan gazvede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir miktar ganimet elde etmişti. Bunu taksim etti ve bedevîye de bir pay ayırdı. Bedevî: "Bu nedir?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu payı sana ayırdım" dedi. Adam: "Ben bunun için sana tâbi olmuş değilim, ben -eli ile boğazını göstererek- şuraya bir ok atılıp ölmem ve cennete gitmem için sana tâbi oldum" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Sen Allah'a sâdık oldun mu o da sana sâdık olur (dilediğini verir)" dedi. Askerler bir müddet durdular. Sonra düşmanla mukâtele etmek üzere kalktılar. Adamcağızı, az sonra sırtlayıp Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmiş ve ölmüştü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu, o adam mı?" diye sordu: "Evet, odur!" dediler. "Öyleyse o Allah'a doğru söyleyip sadâkat gösterdi, Allah da ona sadâkat gösterdi" dedi. Adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vessselâm)'ın cübbesi ile kefenlendi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı. Okuduğu duadan işitilenler arasında şu da vardı: "Ey Allahım, bu senin bir kulundur. Senin yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şâhidlik ediyorum."
( KÜTÜB-İ SİTTE /1018)


"Resülullah aleyhissalâtu vesselâm, azîz ve celil alan Rabbinden naklen anlattığına göre;Ebu İdrîs el-Havlânî, Ebu Zerr radıyallahu anh'tan anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm, azîz ve celil alan Rabbinden naklen anlattığına göre, Rabb Teâla şöyle buyurmuştur:

"Ey kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım: Öyleyse birbirinize zulmetmeyin.
Ey kullarım! Hidayet verdiklerim dışında hepiniz dâll (doğru yoldan sapmışlar)sınız. Öyleyse benden hidayet isteyin de sizi hidayet edeyim!
Ey kullarım! Benim yedirdiklerim hâriç, hepiniz açlarsınız. Öyleyse benden yiyecek isteyin de size yiyecek vereyim!
Ey kullarım! Benim giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaklarsınız! Öyleyse benden giyinme talep edin de sizleri giydireyim!
Ey kullarım! Sizler gece ve gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları affederim. Öyleyse benden mağfiret talep edin de sizleri bağışlayayım.

Ey kullarım! Bana zarar verme mevkiine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz! Bana fayda sağlama mertebesine de ulaşamazsınız ki bana menfaat sağlayasınız.
Ey kullarım! Şayet sizlerin öncekileri sonrakileri; insî olanları, cinnî olanları hepsi de sizden en müttakî bir insanın kalbi üzere olsaydınız, bu benim mülkümde hiç bir şeyi zerre miktar artırmazdı.
Ey kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insî olanlarınız, cinnî olanlarınız sizden en fâcir bir kimsenin kalbi üzere olsaydınız, bu benim mülkümden zerre kadar bir eksiklik hâsıl etmezdi.
Ey kullarım! Eğer sizlerin öncekileri ve sonrakileri, insî olanları, cinnî olanları bir düzlükte toplanıp bana talepte bulunsaydınız, ben de her insana istediğini verseydim, bu, benim nezdimde olandan, iğnenin denize batırıldığı zaman hasıl ettiği eksilme kadar bir noksanlık ancak meydana getirirdi.
Ey kullarım! Bunlar sizin amelleriniz, onları sizin için sayıyorum. Sonra bunların karşılığını size ödeyeceğim. Öyleyse sizden kim bir hayırla karşılaşırsa Allah'a hamd etsin. Kim de hayır değil de başka bir şey bulursa, kendinden başka bir şeyi levmetmesin (kınamasın, başına geleni kendinden bilsin)."

( KÜTÜB-İ SİTTE /5327)

Allah'a karşı (emir ve yasaklarına uyarak edebini) koru, Allah da seni (dünya ve âhirette) korusun!

İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Ben Resûlullah aleyhissâlatu vesselâm'ın terkisinde idim. Bana şu nasihatta bulundu:

"Yavrum! Allah'a karşı (emir ve yasaklarına uyarak edebini) koru, Allah da seni (dünya ve âhirette) korusun! Allah'ı(n üzerindeki hukukunu) koru ki O'nu karşında (dünya ve âhiretin fenalıklarına karşı hâmi) bulasın -veya önünde demişti: Bollukta Allah'ı tanı ki, darlıkta da O, seni tanısın. (Dünya ve âhiretle ilgili) bir şey isteyince Allah'tan iste. Yardım talep edeceksen Allah'tan yardım dile. Zira kullar, Allah'ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için biraraya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah'ın yazmadığı bir zararı sana vermek için biraraya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü. Sen, yakînî bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde, sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki Nusret(i ilahi) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır."

Rezin bu elfazla tahric etmiştir. Tirmizi'de muhtasar olarak kaydedilmiştir. Sıfatu'l-Kıyâmet 60, (3518).(KÜTÜB-İ SİTTE/5800)

23 Kasım 2009 Pazartesi

Râbia-tül Adeviyye (k.s.)

Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 752 (H. 135) yılında Kudüs civârında vefât etti.
Babası İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i Râbia'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver." Hazret-i Râbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-tül Adeviyye'nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.
Râbia-tül Adeviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi. Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.
"Yâ Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu. Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığındaRâbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı. "Artık Râbia köle olamaz!" diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki: "Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim." Râbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.
Kimseden bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gördü. "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk mahv olur. O, zamânın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ ve sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız için kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri içeri girip olanları bildirince, Râbia-tül Adeviyye buyurdu ki: "Ben bu dünyâlıkları bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiç bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defâsında devlete âid olan bir kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım."
Mâlik bin Dinâr şöyle anlatır: Birgün Râbia'nın yanına gittim. Abdestini almış, kalan sudan bir kaç yudum da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve; "Ey Râbia! Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım" dedim. Bana dönerek; "Yâ Mâlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allahü teâlâdır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?" dedi. Ben de "Hayır, hiç öyle olur mu?" dedim. Bunun üzerine "Mâdem ki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne lüzum var. O, öyle istiyor, biz de O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.
Râbia-tül Adeviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi: "Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü, (Herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O kimseler; "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler. "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı. Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar. Misâfir; "Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim." deyince, Râbia-tül Adeviyye; "Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler." buyurdu.
Râbia-tül Adeviyye'nin hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kâfileye katılarak yola çıktı. Yolda merkebi ölünce kâfiledekiler; "Eşyâlarınızı bizim hayvana yükleyelim" dediler. Onlara; "Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim" dedi ve kervan yoluna devam etti. "Yâ Rabbî! Çok âciz olduğumu görüp, biliyorsun. Beni evine dâvet ettin ama bineğim yarı yolda öldü. Koca çölde yalnız kaldım. Durumu sana havâle ettim." diyerek eşyâlarını yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti. Hazret-i Râbia buna çok sevindi.
Bir gün, Râbia-iAdviyye'ye yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu.Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız olsun." buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; "Bu ilâhî bir imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!" deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi.
Bir gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahü teâlânın muhabbetinden pek çok ağlamış, göz yaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Râbia-tül Adeviyyenin yüzüne düşürmüştü. Damlanın nereden geldiğini araştırıp, yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi görünce; "Ey Hasan! Sakın gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde muhafaza et ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile kaynasın" dedi.
Bir defâsında kendisini sevenler ziyârete gelmişlerdi. Evde, odayı aydınlatacak bir kandil yoktu. Gelenlere ise ışık lâzımdı. Râbia-tül Adeviyye hazretleri parmaklarına üfledi. Bunun üzerine Allahü teâlânın izniyle sabaha kadar parmaklarından ışık yayıldı ve oda aydınlandı.
Bir kimse, kendisine, cebinden çıkardığı parayı vermek istedi. Hazret-i Râbia elini havaya doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o kimseye; "Sen cebinden alıyorsun, bana böyle veriyorlar." dedi.
Bir gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin."Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."
Bir defâsında namaz kılarken gözüne bir kamış saplandı. Kalb huzûru ve Allahü teâlânın muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hâli o kadar fazla idi ki, namazda bunu hiç farketmedi. Namaz bitince oradakilere; "Gözüme bir bakın. Gâlibâ gözüme bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış parçası gözüne saplanmıştı. Güçlükle çıkardılar.
Hasan-ı Basrî hazretleri suâl edip: "Ey Râbia, yokluğu nerede buldun?" dedi. Cevâbında; "KendimiHak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havâle ettim." buyurdu. Yine Hazret-i Hasan suâl edip; "Ey Râbia! Hak teâlâ aşkına sana ihsân olunan ilim ve amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında: "Ey Hasan, câriyelikten kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi temin ederim. Lâkin hiç bir zaman iki akçeyi bir elime almadım. İkisi bir yere gelir de beni Hak teâlânın yolundan ve mârifetullahtan alıkoyar diye korktum." buyurdu.
Birinin; "Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını aç!" diye duâ ettiğini işitince, Rabia-i Adviyye; "Ey câhil, Allahü teâlânın rahmet kapısı kapalı mı idi de şimdi açmasını istiyorsun. Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ edilmelidir." dedi.
Kendisine, Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Cennet'te, Allahü teâlâyı görmekten bir an mahrum olursam öyle ağlayıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet ehli bana acıyacak." dediğini naklettiklerinde; "Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen bildirdiği üzüntü, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse âhirette de dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır." buyurdu.
Râbia-tül Adeviyye bir gece; "Yâ Rabbî! Ya kalb huzûru ile namaz kılmamı nasîb et, veya kalb huzûru ile kılamadığım namazımı kabûl buyur. Allah'ım benim bütün dünyâdaki arzum ve işim, seni yâdetmek, âhirette de Cemâl-i ilâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!" diye yalvardı.
Bir gün Râbia ağlıyordu. "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var." dediler. Buyurdular ki: "Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey Râbia !) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb buyurursa benim hâlim nice olur? Eyvah, eyvah!" deyip ağladı.
Tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemîn ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi.
Bir zaman hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler; "Ey Râbia! Sana gelen bu hastalık çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ çektiğin bu ızdırâbı hafifletsin." dediklerinde, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırâbı çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir.""Evet biliyoruz" dediler. O da; "Bunu bildiğiniz halde, O'nun irâdesine muhâlefet etmemi, O'ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman, onlar; "Ey Râbia, peki senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da; "Allahü teâlâ benim hakkımda ne irâde ve ne takdir etmişse ona râzı olmak" buyurdu.
Bir gün kendisine sordular ki: "Ölümü arzu ediyor musun?" Buyurdu ki: "İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım. HalbukiAllahü teâlâya karşı olan kabahatlerimiz o kadar çok ki, huzûruna varmayı (ölümü) nasıl arzu ederim?"
"Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdu.
Râbia-tül Adeviyye devamlı inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde görürlerdi.Yakınları; "Hiç bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde öyle bir dert var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahü teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum ki, belki maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye cevap verdi.
Yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi. Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca yakınlarından Abede bintiŞevvâl adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek; "Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.
Vefât etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir."(Fecr sûresi: 89) Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler. Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi.

Abede binti Şevvâl şöyle anlatmıştır: "Râbia'yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah'ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"
Nakledildiğine göre Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mân Tûsî, Râbia-tül Adeviyye'nin kabri başına gelip; "Hâlin nasıldır?" diye sordular. Allahü teâlânın izni ile şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ bana çok nîmet ihsân etti. Nîmetler içindeyim elhamdülillah."
Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-tül Adeviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.

"Yâ Rabbî, dünyâda, bana neyi takdir etmiş isen onların hepsini düşmanlarına ver. Âhirette benim için hangi nîmetleri ihsân etmeyi takdir etmiş isen onları da dostlarına ver. Ben sâdece seni istiyorum."
"Yâ Rabbî, eğer sana ibâdet etmem Cehennem korkusu ile ise beni Cehennem'e at. Eğer Cennet'e girmek ümidi ile ibâdet ediyor isem, Cennet'ini yasak eyle. Eğer sırf, senin rızân için ibâdet ediyor isem, bâkî olanCemâlin ile müşerref eyle."
Çok defâ şöyle derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır."
Allahü teâlânın muhabbeti ile çok ağlar, hep mahzûn olarak yaşardı.Cehennem lafzını duyunca, onun dehşeti ile kendinden geçerek bayılıp düşerdi.
"Bir kulun Allahü teâlânın takdirine râzı olup olmadığı nasıl bilinir?" diye sordular. "Gelen nîmetlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de zevk aldığı zaman." buyurdu.
Bir kimse; "Yâ Rabbî! Benden râzı ol!" dedi. Bunu gören hazret-i Râbia; "Kendisinden râzı olmadığın (Kazâ ve kaderine rızâ göstermediğin) bir zâtın, senden râzı olmasını istemeğe utanmıyor musun?" dedi.
Kendisine sordular ki: "İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran en üstün şey nedir?" "Muhabbet sâhibi olan kişi, muhabbetinde öyle sâdık olmalı ki, gönlünde O'nun için olmıyan hiç bir sevgi bulunmamalı." buyurdu.
"İşlediğiniz günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyin."
"Sabır insan olsaydı çok kerîm olurdu."
"Mârifetin alâmeti, her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"Kul Allahü teâlânın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını kendisine gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını göremez olur."
BENİ KENDİNLE MEŞGÛL EYLE
Hazret-i Râbia, çok oruç tutardı.Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia, istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;"Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi.
BOŞA YORULMUŞ
Râbia-tül Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı. Giderken; "Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı. Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu: "Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır." Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.

O’nun en meşhûr duâsı da şudur: "Yâ Rabbî! Sana cennetin için ibâdet ediyorsam, beni cennetine koyma!Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam, beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni cemâlini seyretmekten mahrûm etme!" Amin.

1) El-A'lâm; c.3, s.10
2) Ed-Dürr-ül Mensûr; s.202
3) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.285
4) Câmi-u-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.10
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.65
6) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.39
7) Nefehât-ül-Üns; s.692
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.253
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.262, 290, 329, 424, 516, 531, 624

Ali İmran Suresi 26-27

Kulillâhumme mâlikel mulki tû’til mulke men teşâu ve tenziul mulke mimmen teşâ’(teşâu), ve tuizzu men teşâu ve tuzillu men teşâ’(teşâu, bi yedikel hayr(hayru), inneke alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
.
Tûlicul leyle fîn nehâri ve tûlicun nehâra fîl leyl(leyli), ve tuhricul hayya minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy(hayyi), ve terzuku men teşâu bi gayri hısâb(hısâbın).
..
26. De ki: "Mülkün mâliki olan Allah'ım. Mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Ve dilediğini azîz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. “Hayır” senin elindedir. Muhakkak ki sen herşeye kaadirsin.
.
27. Geceyi gündüzün içine sokarsın ve gündüzü gecenin içine sokarsın. Canlıyı ölüden çıkarırsın ve ölüyü canlıdan çıkarırsın. Ve dilediğin kimseyi hesapsız rızıklandırırsın.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Amin

Bismillahir'rahmanir'rahim

Allah’ın adıyla çıkıyorum, Allah’a güveniyorum. Allah’ım sapmaktan, saptırılmaktan, kaymaktan kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan sana sığınırım.


(Ebû Dâvûd, "Edeb" ,103)

s.a.v.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Zahiri Korumak-Peygamber (s.a.v)e uymak

Senin soru sormak ve.konuşmaktan maksadın hem gönüllerin onu kabul etmesi hem de senin gönüllerde şirin görünmen içindi. Ama iş tersine olup da bundan yüreklere bir üzüntü gelince ve bu üzüntünün ıstırabı da sana ait olunca gönül buna razı olmuyor. Nasıl ki, Hazreti Muhammed (S.A.), «Okuma olmadan namaz olmaz ve yine kalp huzuru olmadan namaz olmaz,» buyurdular. Bir zümre sandılar ki, surette gönül hoşluğuna erenlerin artık namaza ihtiyaçları yoktuf. Onlar dediler ki: «Maksat hasıl olduktan sonra artık ona ermek için sebep aramak yersizdir.» Onların sandıkları gibi bunu bir an için doğru farzedelim; onlara hakikat tamamiyle yüz göstermiş ve onlarda velilik, gönül hoşluğu kalp huzuru baş göstermiş diyelim. Bütün bununla beraber namazın zahirde terkedilmiş olması onlar için bir eksikliktir. Sana gelen bu kemal ve olgunluk hali önce Allah resulü Hazreti Muhammed'e de gelmişti. Her kim, «Böyle değildir,» derse onun boynunu vurur, öldürürler. «Evet bu gönül hoşluğu hali Hazreti Peygamberde de hasıl oldu,» diyene sorarım: «O halde niçin ulu Peygambere uymuyorsun? O büyük kerem sahibi, müjdeleyici ve korku verici eşsiz Peygamberin, o parlak hakikat ışığının izinden niçin yürümüyorsun?»

Makalat-ı ŞEMS

Doğruluk..

Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın doğruluğundan ve doğru sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi. Ancak çok içerlemişlerdi.
Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç alalım, diye geçiyordu. Adam, Hazreti Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece doğru sözlülükte devam etti. Artık dayanamadılar, «Ona bir darbe vuralım,» dediler; «Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken, bu gürültülerin sesi bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya başlamıştı. «Bu adam azizlerdendir, Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden sürgün ediyorsunuz,» diye bağırıyor, onlarla kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen niçin kendi kendine bunlara çatıyorsun. Allah'ın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine çekiyorsun!» Kadın kendi kendine, «Evet» dedi, «Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar, şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar. Hazreti Peygamber, 'Ümmetim sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun,» dedi. Doğru sözlü adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi ediyorlar, sen fena etme!» dedi.

Makalat-ı ŞEMS

Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir

Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya işlerinden feragat gerektir ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler niyazda, armağan sunmakta ağır davransalar bile, yine ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu göremiyorum ki, pişmanlıktan önce uyanmış olsunlar.


Makalat-ı Şems

Bana bir sır söyle..

Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum. Ama ben sende kendimi göremiyorum. Sende başkalarını görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse üç ihtimalin dışında değildir. Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç türlü ziyaretçiden hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir insan olduğum sizce belli midir?» dedi. «Evet belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir, ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben değilim,» dedim. Bana dedi ki: «Mert odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet eğer açıklanır ve bende velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı. Ama alemin böyle olması Allah'ın kanunu değildir. Uzun söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç yüzümün dışarıya vurmuş olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.

Makalat-ı Şems

Veliliğin Manası Nedir?

Veliliğin manası nedir? Askerleri, tacı tahtı olan kimsede velilik yoktur; belki nefsinde velilik olan kimse velidir. Sözünde, susmasında kahır yerinde kahır, lütuf yerinde lütuf göstermesinde isabet olan kimse velidir. Arifler, «Biz âciz kimseleriz, o kudretlidir,» demezler. Gereklidir ki sen, kudret sahibi olasın; her sıfatta güçlü kuvvetli olasın; susacak yerde susasın; cevap verecek yerde, cevap veresin; kahır ve şiddet zamanında sertlik gösteresin; iyilik ve yumuşaklık gereken yerde iyilik edesin. Yoksa öyle bir insanın sıfatları kendisine belâ olur, azap olur; insan mahkum olmazsa hâkim olur.
...
Dervişe halkın somurtkanlığından bir ziyan gelmez; bütün âlemi sular kaplasa, denizler tassa kazın ne umurunda? Niçin veliler, «Ey Allahm, beni besle ve beni başarılı kıl!» derler Nebiler, «İnandık ve gerçekledik,» demekle yetinirler. Burada, ince manalar vardır. Nebiler, bir dilek dilemediler ancak «İnandık,» dediler. Ama veliler, Haktan bir istekte bulundular. «Beni besle, işlerimde başarı ver!» diye yalvardılar. İşte bunu söylemek, nebilerin işi değildir. Allah erlerinin sözü ancak benzetmeyle bilinir. Onların bunlardan haberi olsaydı sözleri değişik olmazdı. Onlar, ancak nazım ve kafiye yönünden ve başka yollardan giderler. «Nebilerin haline nasıl erişebiliriz? Belki velilere ulaşabiliriz,» derler. Evet, «Bu beni besle ve beni başarıya ulaştır!» yolundaki dua insan için ayıptır. Bazan insanda bir ayıp olur ki bin hünerini örter; halbuki bir hüner gerekir ki bin ayıbı örtsün.

Makalat-ı Şems

filozofların noksanlıklarına dair

Ruhun güzelliğine erişmek, ruhu görebilmek uzak bir mertebedir. Ruhu gördükten sonra da Allah yoluna gitmek gereklidir ki, Allah gözle görülebilsin. «Bu hayatta ve bu dünyadayken,» görür demiyorum. Dünyadaki cevherlerin birer perdeleri varsa da her cevherin bir de ışığı vardır ki dışarı vurur. Olgun görüşlü olanlar, dışarıya vuran bu ışığı görürler. Ama dışarıya vurmayan ışığı görüp bilmemelerine de şaşılamaz. Ancak dışarı vuran, avuçlarının içinde ve karşılarında bulunan ışığı göremiyenlere şaşılır. Yoksa Sokrat'ın Bokrat'm (Hipokrates), îhvanı Safa derneğinin, Yunan filozoflarının söz ve fikirleri Hazreti Muhammed'le (S.A.), onun evlâdı, torunları, can ve gönülden ona uymuş olan kimselerin sözlerine benze mez. Hatta sudan ve topraktan yaratılmış insanoğlunun sözlerine de benzemez. Bunlar, «Allah hazırdır,» derler.

..............

felsefecilerden biri ölümden sonraki kabir azabını yorumluyor, bunu akla uygun bir yoldan anlatıyordu. Diyordu ki: Can, buraya kendisini olgunlaştırmak için gelir, olgunluk sermayesini bu alemden toplamaya çalışır. Bu âlemden gittikten sonra da, artık onun bir hasreti kalmaz.

Şimdi gerektir ki, suretten manaya gelelim: Ten, can ile kaynaştıktan sonra suretle meşgul olur. Can, ten ile kaynaşırsa belâya düşer. Canın, o genişlik ve şenlik tarafı kalmaz. O tarafta mal görür, saygı görür; beri tarafta cana yakın kadınlar, dostlar elde eder. Türlü zevkler bulur. Şu halde bu tarafa döner yanında ölümden konuşmak onun için bin ölüm demektir. O, dileklerini öteki alemden bekleseydi, oraya gitmek için çırpınırdı. Bu gidiş onun için ölüm değil, belki hayat olurdu. Hazreti Mustafa (S.A.) buyuruyorlar ki: «Müminler ölmezler, belki bir alemden öteki aleme göçerler.» Şu hale göre, göçme başka, ölüm başkadır.
..
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,» buyurulmuştur. Fakat buradaki eksiklik onların Allah'a sevgi gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allah'a bilgi yönünden bakarlar, irfan ve felsefe yönünden bakarlar. Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.


Makalat-ı Şems

esrar içmek, sohbet, şarap..

Benim meclisime yol bulan kimsede görülecek ilk etki, başkalarının sohbetinden soğuması, hoşlanmamasıdır. Hatta yalnız soğumakla da kalmaz, belki onlarla konuşamaz; onların sohbetine katılamaz. Bizim bazı dostlarımız esrarla neşeleniyorlar. Bu şeytan hayalidir; burada melek hayalinin bize yeri yoktur. Nerede kaldı ki şeytan hayali yer bulsun! Biz, melek hayaline bile razı değiliz. Şeytan hayali ne oluyor? Bizim dostlarımız niçin bizim o temiz ve sonsuz âlemimizden zevk duymasınlar? Bu âlem onları hiç farkına varmadan sarar, mest eder. Bu âlemin mubah olduğu hakkında halkın söz birliği vardır. Halbuki şarap haramdır.

Biri, «Şarabın haram olduğu Kuran'da yazılıdır ama bu esrarın haram olduğu hakkında Kuran' da bir işaret yoktur,» diye şüpheli bir söz söyledi. Dedim ki: Kuran'da bulunan her âyetin bir sebebi vardır. O, sebepten dolayı indirilmiştir. Bu esrarı Hazreti Peygamber çağında içmiyorlardı; eğer sahabe bunu kullansalardı, onların öldürülmesini emir buyururlardı. Her âyet ihtiyaca göre iner; âyetlerin inmesi bir sebebe dayanır. Nasıl ki sahabe Allah Resulünün yanında Kuran'ı çok yüksek sesle okudukları için müba rek hatırlarına perişanlık geliyordu. Bundan dolayı: «Ey iman eden müslümanlar, seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz.» (Hücürat sûresi 2) mealindeki âyet indirildi.
..

Yüz bin küp dolusu şarap, Allah sözünün verdiği neşeyi veremez. Önce sözü anlayan ve bilenler, Kuran'dan bir çare bulur, dar yerde kalmazlar. Çünkü daha önce Kuran'dan aldıkları neşe ve geniş ilham ile Kuran'ın manasını açımlayabilirler.

Makalat-ı Şems

Şems'de Mevlana, Mevlana'da Şems (selam olsun)

«Hazreti Mevlânâ buyurdu ki 'Bir gün bana Melekût âleminin yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle Miraç etmek nasib oldu; dördüncü kat göğe kadar çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen sarayın sakinlerinden bunun sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, 'Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-i Tebrizî'yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık,' dediler.»
«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.»
Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems'in görüşlerini dinleyelim:
«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ'nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır; onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha lâtiftir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl uğraşsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî, Konuşmalar, M. 77.)
İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı sevgi ve saygıdan birer örnek alarak yukarda naklettiğimiz vesikalar bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan, biri birinden renk ve ışık alan iki irfan hazinesidir. Her ikisi de aşk ve hakikatla dolu; madde ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.

Makalat-ı Şems
önsözden

17 Kasım 2009 Salı

Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Münacaatı

Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Münacaatı

Münacaata besmele çekip tek ilâhin adi ile baslayip ve yine müracaati Onu hamd etmekle süslendirip son verecegim.Kendisinden baska ilâh olmadigina sehadet eder ve kemalat bakimindan akillarin ihata edemeyecegi kadar eksik ve noksanlardan münezzehtir.

O ilâh ki, kendisine uyulmak üzere Ahmed'i (a.s) bizlere hak peygamber olarak gönderdi. O Ahmed ki, cismi gittigi halde hakikati Muhammediyesi devam etmektedir.O Peygamber ki, bütün hayirlari teyit ederek bizlere bildirdi. Aramizda ilmi, hilmi ve Allah'a yaklastiracak ameli açikladi.

Ey Allah'tan izzet ve yükseklik hazinesine ulasmak isteyen talip O'nun yüce isimleriyle dua ve münacatta bulun.Mütevazi bir kalple taharetlenip namazdan sonra de ki: Allah'im esma-i hüsna hakki için acilen yardim dilerim.

Ya Rahmân: (Ey kullarina aciyip dünyada merhamet eden Allah'im) bana aciyip merhamet eyle.

Ya Rahîm: (Ey ahiret hayatinda yalniz müminlere sonsuz merhamet eden Allah'im) bana merhamet ederek halimi güzellestir.

Ya Mâlik: (Ey âlemlerin tek sahibi ve maliki.)

Ya Kuddüs: (Ey bütün noksan sifatlardan, ayiplardan, kusurlardan, hatadan münezzeh olan Allah'im) kalbimi bütün kötü sifatlardan temizleyerek mukaddes kil.

Ya Selâm: (Ey kullarini tehlikelerden, sikintilardan, selâmet ve huzura eristiren Allah'im) zatimi ayiplardan, sifatimi noksanlardan, islerimi serden koru ve vücuduma selâmet verip, belâ ve musibetlerden muhafaza eyle.

Ya Mü'min: (Ey mümin kullarini ahirette gazap ve azaptan emin kilan Allah'im) gazabindan ve azabindan emniyet ihsan eyle.

Ya Müheymin: (Ey kullarini devamli gözetleyen ve himayesi altinda bulunduran Allah'im) beni himaye edip, her türlü tehlikeden muhafaza eyle.

Ya Azîz: (Ey maglûbiyet bilmeyen daima galip ve güçlü olan Allah'im) nefsimdeki zilleti giderip aziz eyle.

Ya Cebbâr: (Ey hükmünü ve diledigini hakkiyla yerine getiren Allah'im) iyilesmesi zor, çözülmesi müskül, tedavisi olmayan her sikintidan koru.

Ya Mütekebbir: (Ey izzet, seref ve saltanatindan dolayi ihtisam ve büyüklügünde tek olan Allah'im) kibirlenip din ve din ehline düsmanlik edenleri zelil eyle.

Ya Hâlik: (Ey bütün mahlûkati yoktan var edip yaratan Allah'im) serrin her çesidinden uzaklastirarak muhafaza eyle.

Ya Bâri: (Ey esyayi örneksiz yaratan, icat edip var eden Allah'im) fazlini, keremini ve nimetlerini bize ihsan eyle.

Ya Musavvir: (Ey her seye diledigi sekilde suret ve sekil veren Allah'im) suretimi güzellestirdigin gibi siretimi de güzel eyle.

Ya Gaffâr: (Ey kullarin günahlarini bagislayan magfireti çok olan Allah'im) günahlarimi bagislayarak tövbemi kabul eyle.

Ya Kahhâr: (Ey bütün güçleri yenen, isyankârlari kahreden, maglup eden Allah'im) seytanimi maglup ederek kahreyle.

Ya Vehhâb: (Ey nimetlerini karsiliksiz veren, bagista bulunan Allah'im) bagista bulunarak ilim ve hikmeti ihsan eyle.

Ya Rezzâk: (Ey mahlûkata ve kullarina ihtiyaçlari olan rizki veren Allah'im) kolaylikla helâl rizk ihsan eyle.

Ya Fettâh: (Ey kullarina rahmet, hayir, ilim, rizk ve sir kapilarini açan Allah'im) basiretimi açarak hayir kapilarinin açilmasini ihsan eyle.

Ya Alîm: (Ey her seyin basini ve sonunu, açik ve gizlisini hakkiyla bilen Allah'im) ilimle sereflendirerek faziletleri ikram eyle. (Faziletlere ulastir.)

Ya Kâbid: (Ey dilediginin nefsini, rizkini ve feyzini alan ve tutan, sikan ve daraltan Allah'im) her muanidin (inatçinin) kalbini gögsünü daraltarak din ve din ehline saldirmasini engelle.

Ya Bâsit: (Ey dilediginin nefsini rizkini, ilmini onlara veren, onu açan, rahatlandiran ve genislendiren Allah'im) nefsimi rahatlat, ilmimi çogalt, feyzinle kalbimi nurlandir, gögsümü genisleterek rahatliga kavustur.

Ya Hâfid: (Ey diledigi seyi alçaltan, en yukari dereceden en asagi dereceye indiren Allah'im) münafiklarin (nifak ehlinin) kadir ve kiymetini düsürerek en asagi dereceye indir.

Ya Râfi: (Ey diledigi seyi yükselten, en asagi dereceden en yukari dereceye kaldiran Allah'im) esrarinla derecemi âli ve yüksek kil.

Ya Mu'iz: (Ey diledigini aziz, güçlü kilip sereflendiren Allah'im) beni ve müminleri buna ehil yaparak aziz eyle.

Ya Muzill: (Ey diledigini zelil, hor, hakir kilan ve makamlarini en asagiya indiren Allah'im) zalimlerin cümlesini (tümünü) zelil, hor ve hakir eyle.

Ya Semi': (Ey her seyi, gizli açik söylenenleri en iyi bir sekilde isiten, duyan, dua ve ibadetleri kabul eden Allah'im) dua ve ibadetlerimi dergâhinda kabul eyle.

Ya Basîr: (Ey her seyi en ince teferruatina kadar en iyi bir sekilde gören Allah'im) islah olunan, kabul görülen kullarindan eyle.

Ya Hakem: (Ey hükmü red edilmeyen tek hâkim, hükmünde hakki yerine getiren Allah'im.)

Ya Adl: (Ey verdigi hüküm ve kararlarda hiçbir sekilde adaletsizlik yapmayan tek adil.)

Ya Latîf: (Ey sonsuz lütufkar olan, âlemlerde olan islerin en ince islerin sirlarini ve hassasiyetini bilen ve ilahi bir gizlilikte bulunan Allah'im) Hakem, Adl ve Latif isimlerinin hakki için lütuf ve ihsanlarda bulun.

Ya Habîr: (Ey tüm esyanin hakikatine vakif her seyden tam olarak haberdar olan Allah'im) Sen sir ve sirrin ötesini bilensin.

Ya Halîm: (Ey hilm sahibi, bekleyisi genis ve yumusak, suçlulari hemen cezalandirmayan Allah'im) Senden hilm ister ve tek dayanagim da hilmindir.

Ya Azîm: (Ey akil ve idrakin erisemeyecegi derecede büyük ve azamet sahibi Allah'im) büyük kerem ve ihsanindan bize nasip eyle.

Ya Gafûr: (Ey kullarini çok bagislayan, magfireti ve yargilamasi çok olan Allah'im) günahkârlarin günahlarini bagislayarak af eyle.

Ya Sekûr: (Ey kendisine itaatkâr olan kullarindan razi olan, verdigi nimetleri onlara karsi daha çok artiran Allah'im) bana ve sevdiklerine, nimetlerini artirarak ulastir.

Ya Aliy: (Ey derecesinin ve yüksekliginin sonu olmayan Allah'im) benim ve sevdiklerinin makamlarini âli kil.

Ya Kebîr: (Ey ululuk ve kibriyasi hiç kimsenin erisemeyecegi büyüklükte olan Allah'im) hayir ve kereminle bizi mükâfatlandir.

Ya Hafîz: (Ey semalari ve arzin içindekileri koruyan muhafaza ve hifz edip hiçbir seyi unutmayan Allah'im) bizleri arazi ve semavî afetlerden muhafaza eyle.

Ya Mukît: (Ey yarattiklarini geçindiren, barindiran, her canlinin rizkini veren Allah'im) zahiri ve manevî riziklarinla bizleri riziklandir.

Ya Hasîb: (Ey cümle mahlûkatin ihtiyacini gören, herkesi hakkiyla hesaba çeken Allah'im) ihtiyaçlarimi giderip bana kâfi ol.

Ya Celîl: (Ey büyük, ululuk, yüce, azamet ve celalet sahibi olan günahkâr kullarina kizan Allah'im) düsmanlik ve mücadele ettigim seytani korkutarak çekindir ve kaçindir.

Ya Kerîm: (Ey kullarina çok cömert, keremi ve ihsani bol olan Allah'im) mevhibelerinden bol bol ihsan eyle.

Ya Rakîb: (Ey bütün kullarini tek tek gözeten, bütün varliklar üzerinde görücü olan Allah'im) düsmanlarima karsi gözcü ve koruyucu ol.

Ya Mucîb: (Ey dualari kabul eden, kendisine yalvaranin duasini kabul eden Allah'im) duada bulunanlarin duasini kabul eyle.

Ya Vâsi: (Ey nimeti bol, rahmeti ve ilmi kusatmis olan, yarattigi âlemlerin ve kudretinin sonuna erisilmeyen Allah'im) bana ikramda bulunacagin zahiri ve manevî riziklari genis eyle.

Ya Hakîm: ( Ey hikmet sahibi her seyi yerli yerinde ve en iyi bir sekilde yapan Allah'im) varacagim yeri, meclisi en iyi bir sekilde yapmani dilerim.

Ya Vedûd: ( Ey iyi kullarini seven bu sevgiyi gönüllere koyan, kendisi de sevilmeye en lâyik olan Allah'im) Sen bizleri sev, kendini bizlere sevdir.

Ya Mecîd: ( Ey sani çok yüksek, deger ve seref sahibi Allah'im) Senden seref, saadet, yardim ve sevgi isterim.

Ya Bâis: ( Ey kullarina elçi gönderen, ölümden sonra dirilten Allah'im) nefsimdeki düsmanlari gidermeye yardim askerini gönder.

Ya Sehîd: ( Ey mülkünde olan her seye sahid olan, her yerde hazir bulunan, kendi yolunda ölenlere de edebi hayat veren Allah'im) dirilip varilacak yeri güzellestir.

Ya Hakk: ( Ey gerçekten var olan âlemleri hak olarak yaratan, varligi hiçbir zaman degismeyen Allah'im) hakikat mesrebine ulastirip içenlerden eyle.

Ya Vekîl: ( Ey kullarinin islerini gören, onlarin menfaatlerine kafi olan Allah'im) ihtiyaçlarimi gidermek için sen vekil ol.

Ya Kaviy: (Ey zaafa ve zayifliga ugramayan çok güçlü ve kuvvetli Allah'im) Senin gibi birinin vekil olmasi elbette yeterlidir, vekil ol ya Rab.

Ya Metîn: (Ey çok saglam ve mukkavim olan, hiç bir zaman sarsilmayan Allah'im) zafiyetimi giderip yardimini göndererek kuvvetli kil ya Rab.

Ya Veliy: (Ey sevdigi kullarina yardim eden, iyi kullarina gerçek dost olan Allah'im) Seni severek duada bulunan kullarina yardim ederek, sen de sev ve yardimlarinda bulun.

Ya Hamîd: (Ey her âlemde, her lisanda, her varligin dilinde hamd ile övgü ve sena edilen Allah'im) Senin varligina birligine inanarak hamd ederim.

Ya Muhsi: (Ey bütün esyayi kavrayan yarattigi her seyin sayisini bir bir bilen Allah'im) kullarinin hatalarini adil bir sekilde sayildigi günde adaletle degil rahmetinle muamele eyle.

Ya Mubdi: (Ey bütün esyayi ilk kez var edip, yaratan Allah'im) kereminle hidayet ve rahmet kapilarini aç.

Ya Muîd: (Ey bütün esyayi hayattan sonra ölüme ve ölümden sonra hayata çeviren ve buna devam eden Allah'im.)

Ya Muhyi: ( Ey kullarini dirilten hayat veren, ömür bagislayan, yasamalari için saglik veren Allah'im) afiyet içinde güzel bir yasam ihsan eyle.

Ya Mumît: ( Ey kullarini öldüren, canlarini alan, ölümü yaratip kullarina ölüm acisini tattiran Allah'im) din-i mübine düsmanlik edenleri acilen öldürüp helak eyle.

Ya Hay: (Ey daima diri olan, gerçek olarak yasayan, sonsuz hayat sahibi olan Allah'im) ölü kalplerimizi sana zikrederek dirilt.

Ya Kayyûm: (Ey bütün varliklari, gökleri, yeri ve her seyi ayakta tutan Allah'im) sirlarimi muhafaza ederek kendine ulastir.

Ya Vâcid: (Ey hazinelerinde hiç bir sey eksilmeyen, diledigini dilegi vakit bulan Allah'im) beni sevindirecek seyler ihdas eyle.

Ya Mâcid: (Ey san ve seref sahibi, san ve serefi akillarin alamayacagi kadar muhtesem olan Allah'im) sen bana islerimde yardimci ve vekil ol.

Ya Vâhid: (Ey tek olan, zatinda ulûhiyet sifatlarinda ve yaptigi islerinde tek olan Allah'im)

Ya Samed: (Ey bütün mahlûkati için basvurdugu tek merci, kendisi ise hiçbir ihtiyaç ve talebi olmayan Allah'im.)

Ya Kâdir: (Ey kadiri mutlak olan hiç bir mahlûkatin yapma güç ve kudreti gösteremedigi seyleri ve imkânlari var edip yerine getiren Allah'im) düsmanlarimizi helâk ederek yok eyle.

Ya Muktedir: (Ey iktidar sahibi, her seyi üzerinde istedigini yapma kuvvet ve kudretine sahip olan Allah'im) bize hasetlikte bulunanlara azap eyle.

Ya Mukaddim: (Ey diledigini öne geçiren, istedigini ileri alan Allah'im) sirlarimi yücelterek öne al.

Ya Muahhir: (Ey diledigini geri birakan, istedigini arkaya alan Allah'im) beni geri seylerden koruyup afiyet ihsan eyle.

Ya Evvel: (Ey baslangici olmayan tek varlik olan Allah'im) hayir ve hasenat yapip gönderenlerden eyle.

Ya Âhir: (Ey nihayeti olmayan, ezelden ebede kadar var olan Allah'im) kelime-i sahadeti getire getire ömrüme son verip ruhumu al.

Ya Zâhir: (Ey varligi asikâr olan, yarattigi eserleri ile günes gibi varligini kabul ettiren Allah'im) açik ve zahiri nimetlerinden bize ihsan eyle.

Ya Bâtin: (Ey varligini gizli tutan, sifat ve eser tecellileri ile zati ilâhîsini gizleyen Allah'im) Seni bilin ve taniya ariflerden eyle.

Ya Vâli: (Ey bütün esyada tasarruf sahibi olan, tek basina bütün âlemlerde olanlari idare eden Allah'im) bizlere aciyip nasihat edecek kisileri basimiza getir.

Ya Müteâlî: (Ey her seye tam kudreti ile faik, mahlûkat sifatlarindan âli ve münezzeh olan Allah'im) basimizdakileri islah edip dogru yola ilet.

Ya Ber: (Ey kullarina karsi ikrami ve iyiligi bol, mahlûkata karsi çok kayirici olan Allah'im) vergilerinden, nimetlerinden bize de ihsan eyle.

Ya Tevvâb (Ey kullarinin tövbelerini kabul eden günahlarini bagislayan Allah'im) günahlardan tevbe etmeyi nasip edip tövbemi kabul eyle.

Ya Muntakim: (Ey düsmanlarindan öç ve intikam alan mücrimleri cezalandiran Allah'im)

Ya Afuv: (Ey affi bol olan bagislamasi ve affetmesi çok olan Allah'im) bize aciyarak fazl ve kereminle günahlarimizi affet.

Ya Raûf: (Ey son derece merhametli, acimasi ve sefkati bol olan Allah'im) dua ederek sana siginan kullarina sefkat ederek dualarini kabul eyle.

Ya Mâlike'l-Mülk: (Ey mülkün ve bütün varligin tek sahibi ve devamli maliki olan Allah'im) San ihtiyaçlarini arz edenlerin ihtiyaçlarini giderirsin.

Ya Zü'l-Celâli ve'l-Ikrâm: (Ey celal, büyüklük, azamet, ikram ve iyilik sahibi Allah'im) yagmur gibi yagan iyilik ve ikramlarindan nasiplendirerek istifade edenlerden eyle.

Ya Muksit: (Ey adaletten sasmayan âdil, tüm islerini denk, uygun, yerli yerinde yapan Allah'im) Görüs ve yönümü hak üzerine sabit kil.

Ya Cami': (Ey mahlûkati toplayan, bir araya getiren, diledigini istedigi yerde toplayan Allah'im) mahlûkatini topladigin kiyamet gününde kemalatlari toplayarak sana gelmeyi nasip eyle.

Ya Ganiy: (Ey her seyden müstagni olan, hiç bir seye muhtaç olmayan tek zengin) fakirligimi gidererek, zenginlik ihsan eyle.

Ya Mugni: (Ey kullarina zenginlik veren, istedigini diledigi kadar zengin eden Allah'im) hayirlardan yoksun, müflis, nefsimi iflâstan kurtarip zengin eyle.

Ya Mâni: (Ey öne geçmis fiiliyatlari önleyen, bir seyin olmasini istedigi zaman mani olan Allah'im) nefsimi günah hastaligindan kurtarip sifa ihsan eyle.

Ya Dar: (Ey zarara ugratan, elem, keder ve zarar veren seyleri yaratan Allah'im) bize bilerek kasten hasetlik edenleri kina.

Ya Nâfi: (Ey kullarinin menfaatine uygun olan seyleri veren, faydali ve yararli seyleri yaratan Allah'im) öyle bir ruhla menfaatlendir ki, o her türlü kemalati tahsil etsin.
YA nurlandir.

Ya Hâdi: (Ey sapitmis olan kullarina yol gösteren, diledigi kullarini hidayete erdirerek sirati müstakime yönlendiren Allah'im) kalbimi nurlandirarak hidayete erdir.

Ya Bedi': (Ey numune ve emsali bulunmayan, hayret verici seyler yaratan ve icat eden Allah'im) feyz ve keremini dileriz.

Ya Bâki: (Ey varliginda devamli olan, fani olmayan, varliginin sonu olmayan Allah'im.)

Ya Vâris: (Ey bütün varligi devam ettiren servetlerin ve mülkün gerçek sahibi Alllahim) beni Kur'an ilmine varis eyle.

Ya Resîd: (Ey kullarini irsad edip kurtulus ve hidayet yollarini onlara gösteren Allah'im) irsad edip kendi yoluna ilet.

Ya Sabûr: (Ey çok sabirli olan, günah isleyen kullarina ceza vermekte acele etmeyen, sonucu bekleyen Allah'im)

Allah'im; ayetlerini vesile ederek en güzel isimlerinle müracaatta bulundum.Allah'in bu güzel isimlerin hakki ve fazileti için Senden kemalat dilerim.Allah'im; Senden gelen riza ile rica ve dualarimi kabul edip içinde yasayacagim zaman dilimi içinde bana kâfi ol.Allah'im nefsimdeki hastaligi giderip yardim eyle. Beni hayra ulastirip aklima zarar verecek seylerden koru.Allah'im ana-babami, müslüman kardeslerimi ve bu isimlerle dua ve müracaatta bulunanlara merhamet eyle.Ben aslen Hz. Hasan'in soyundan olup Kadir olan Allah'in kuluyum. Büyük soy agacinda (secere) Muhyiddin diye çagirilirim.Allah'im sevgili dedem Hz. Muhammed'e (a.s) âline ashabinin tümüne salât ve selâmin en güzeli ve en mükemmeli ile salât (rahmet) eyle.

Amin

Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım

Ben ölü idim, dirildim; ağlardım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ben ebedî devlet oldum.

Benim tok gözüm vardır, cesaretli canım vardır, arslan yüreği gibi bir yüreğim var. Ben parlak Zühre yıldızı oldum.

Dedi ki: "Sen divane değilsin. Bu eve layık değilsin." Ben de gittim divane olup zinciriyle bağlandım.

Dedi ki: "Sen sermest değilsin, git!" Ben de gittim sermest olup neşe ile doldum.

Dedi ki: "Sen öldürülmemişsin, neşe ve müzik ilgin yok!" Can bağışlayan yüzüne karşı şehid oldum.

Dedi ki: "Sen zeki bir kişisin, hayal ve şüphenin sarhoşusun." Ben hemen abdallaştım, hayal ve şüpheden sıyrıldım.

Dedi ki: "Sen mum oldun, meclisin kıblesi oldun." Ben mum değilim!" dedim, yandım, yakıldım, duman oldum.

Dedi ki: "Sen şeyhsin, önde gidenlerdensin, yol gösterensin." "Hayır! Ben şeyh değilim!" dedim. "Önde gidenlerden de değilim. Kimseye de yol gösterdiğim yok. Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım."

Sen güneşin kaynağısın, ben söğüt ağacının gölgesi düşen yerim. Sen benim başucuma gelince, alçalır, erir, yok olur giderim.

Gönlüm canın parıltısını buldu. Dünyanın nuruna nail oldu. Gönlüm yeni bir atlas buldu da bu hırkaya düşman kesildi.

HZ.MEVLÂNÂ (K.S) - DİVAN-I KEBİR (c. III, 1393)

16 Kasım 2009 Pazartesi

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

KİTABU’L FENÂ FÎ’L MÜŞAHEDE
MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

Bismillahirrahmanirrahim

Değiştirme ve Kuvvet O'ndandır.Takdir edip tasarlayan, hükmedip uygulayan, razı olup razı olunan, azameti ve ululuğuyla münezzeh olan, münezzeh olduğu şeylere bedel olmaktan uzak olan, cevher veya araz olmayan Allah'a hamdolsun. O seçtiği kullarının kalplerini arındırmıştır, onların kalplerinden kuşku illetlerini ve hastalık şüphelerini söküp atmıştır. Onları tartışma ve hasımlaşma oklarının hedefi haline getirmemiştir. Kalplerini bu sayede aydınlatmış,önlerine kesin ve çıplak bir hidayet rehberi koymuştur, fezayı onlar için daraltmıştır.
Dolayısıyla kimisi giyinir, kimisi soyunur, kimisi suları bol nehirler gibi akar, kimisicömertliğin doruklarına çıkar. Giysilerini giyinen kimse, Onun kendisine bahşettiklerini bir borç gibi algılar. Elbisesini çıkaran ise sünnetini farza dönüştürür. Allah, kullarını Mele-iA'lânın övünç yarışlarının hedefi kılmıştır. Onları yüce ve aşağı alemlere hakim kılmış,onla-rı göklerin ve yerin mirasçıları yapmıştır. Bu yüzden cesur ve seri adımlarla semayı ve arzı enine boyuna dolaşırlar. Bazen uygulamak bazen nakzetmek şeklinde kurallar hükmederler. Salât ve selâm kendisi hakkında "Ve lesevfe yu'tike rabbume Jeterda/Pek.yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın." (Duhâ, 5} denilenin üzerine olsun.Allah O'nu "Ve aciltu ileyke rabbi literda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim Rabbim." (Tâ-hâ, 84) diyenden ayırmıştır. En kadim lisânlarla salât ve selâm Onun üzerineolsun ve bu dilek hiç kesilmeden devamlı sürüp gitsin. Onun ehlibeytinin, ilahî rızaya özgü kılınmış ashabının, yüce ve razı olunmuş makamda onu tasdik eden kardeşlerinin üzerinede salât ve selâm olsun.

İmdi...İlahî hakikat, işi görmek olan göz tarafından müşahede edilmekten yücedir.Varlığın, gözlemleyen göz üzerinde bir etkisi vardır. Fani olduğu için olmayan şey yokolduğunda ve baki olduğu için daima var olan da bakî olduğunda, o zaman kesin delil güneşi gözlerin idrâkinin üzerine doğar. Ve mutlak cemalde gerçek ve mutlak münezzehlik gerçekleşir. Bu, birleşme ve varlık gözüdür, duruş ve donuş makamıdır. Burada sayıların bir olduğunu görürsün; ama mertebelerde bir seyre çıkmış olarak. Bu yolculukta sayıların objeleri belirginleşir. Bu makamda birlikten söz eden kişinin ayağı kaymıştır. Çünkü birin vehmi mertebelerde yolculuğa çıktığını ve mertebelerin farklılığına bağlı olarak farklı isimlerle anıldığını görmüştür. Bu yüzden sayıların ancak bir olduğunu düşünür. Bu yüzden birlikten söz eder. Oysa sayı ismiyle zahir olduğu zaman zatıyla zahir olmaz; kendine özgü mertebesi hariç. Bu mertebe, vahdaniyet makamıdır. Bu makamın dışındaki bir mertebede zatiyle zahir olduğunda , ismiyle zahir olmaz. O zaman bu mertebenin hakikatine uygun bir isimle anılır ve ismiyle fena bulur. Ama zati ile bakî kalır. Bir dediğin zaman, bu ismin hakikatiyle başka her şey yok olur. İki dediğin zaman, bu mertebede bir zatın varlığıyla zahir olur, ismiyle değil. Ve ismi de zatının bu mertebesinin varlığıyla çelişir.

Keşfin ve ilmin bu dalını insanların büyük kısmından gizlemek gerekir. Çünkü yüksek seviyesi nedeniyle ona bütünüyle dalmak uzak bir ihtimal ve dalıp da mahvolmak yakın bir ihtimaldir. Dolayısıyla bu hakikatlere dair marifete sahip olmayan, bu inceliklerin nerelere kadar uzandığından habersiz, sadece ehl-i tahkik olan arkadaşının dilinden dökülen sahneyi algılayıp ötesine geçemeyen, bunun zevkine varamayan bir kimse "Ben yukarıdan aşağıya düşenim, yukarıdan aşağıya düşen benim." diye bilir. Bu yüzden bu keşif ve ilim dalını gizliyoruz, saklıyoruz.
Hasan el-Basrî (r.a.), bu yolu bilmeyen kimselerin vâkıf olmamaları gereken bu gibi sırlarla ilgili konuşmak istediği zaman Ferkad es-Subhî, Malik b. Dinar gibi bu zevke varmış kimseleri çağırır, kapısını diğer insanlara kapatırdı. Onların ortasına oturur bu gibi meseleler hakkında konuşurdu. Eğer bu sırları gizlemesi zorunlu olmasaydı, böyle bir şey yapmazdı. Buharî'nin sahihinde belirttiğine göre Ebu Hureyre (r.) şöyle demiştir:"Resûlullah'tan (s.a.u) iki kap aldım. Birinin içindekilerini size dağıttım. Diğerini dağıtmaya kalksam şu boynumu keserler." İbn Ab-bas (r.a.) "Ellezi halake seb'a semauatin ve mine'lardı mislehunne yetenezzelu'l emru beynehunne / Allah, yedi kat göğü ve yerden bir okadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır." (Talâk, 12) ayetiyle ilgiliolarak şöyle demiştir: "Eğer bu ayetin tefsirini açıklasaydım, mutlaka beni taşa tutardınızve benim için "kafirdir" derdiniz." Rivayet edilir ki, Ali b. Ebûtalib (a.s.) elini göğsüne vurarak, "Ah!.." derdi, "burada ne çok ilim vardır. Keşke bunları taşıyacak birilerini bulabüseydim." Resûlullah (s.a.v) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Ebübekir'in sizden üstünlüğü kıldığı namazdan, tuttuğu oruçtan dolayı değildir. Fakat göğsüne düşen birşeyden dolayı sizden üstündür." Hz. Resûlullah (s.a.v) bu şeyin ne olduğunu açıklamamış,onu gizlemiştir.

Bir alimin her ilmi açıklaması zorunlu değildir. Hz. Resûlullah (s.a.v.)"İnsanlara, onların akıllarının kapasitesini gözeterek hitap ediniz." buyurmuştur. Dolayısıylabir kimsenin eline, bilmediği, yolunu yordamını izlemediği, içindekilerini açıkça anlamadığı,defalarca incelemediği bir ilme dair bir kitap geçse, onu hemen ehline götürmeli, hemen inanmak veya inkar etmek yoluna gitmemeli ve kesinlikle bu ilme dalmamal ıdır. Nice fıkıh ilmi taşıyıcısı vardır ki, fâkih (derin kavrayış sahibi) değildir. "Bel kezzebu bima lem yuhitubi ilmihi /Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıklarını... yalanlamışlardır." (Yunus, 39) "Fe lime tuhaccune fima leyse lekum bihi Umun / Bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz?" Bu metinlerde, yolunu yordamını bilmedikleri, yöntemini izlemedikleri meseleler hakkında konuşmuş oldukları için bir takım kimseler yerilmişlerdir. Bütün bunları sunmamızın nedeni şudur: Bizim tarikatımıza mensup olanların kaleme aldıkları eserler bu gibi sırlarla doludur, fikir sahihleri fikirleriyle bu sırları incelemeye alırken, zahir ehli olanlar,sözün akla getirdiği ilk ihtimali esas alarak bu sırların arasına dalıyorlar. Halbuki bunlara sadece bu eserleri yazan kimselerin kullandıkları terimlerin anlamları sorulsa, kesinlikle bilmeyeceklerdir.O halde aslını, temelini muhkem bir bilgiyle kavrayamadıkları bu gibi ilimlerhakkında nasıl konuşabiliyorlar?!..

Bazen, bu gibi sırlara sahib kimselerle beraber olduklarında veya buldukları bazı gerçekleri arkadaşlarıyla paylaştıklarında, bu kimseler, onlar için "bu kapalı bir dindir,bulanık bir dindir." derler. Halbuki dinin nice cihetlerinin olduğunu bilmezler. Bunlarsa sadece dini gizlemezler, dinin neticelerini, Hakka itaat ederlerken Hakkın kendilerine bu itaatin karşılığı olarak bahşettiklerini de gizlerler. Hükümlerle ilgili nice hadisler vardır ki,bunların zayıflıkları ve ravilerinin kusurlu oldukları hususunda ittifak edildiği halde, onlar buhadisi bizzat keşif yoluyla asıl söyleyeninden sahih olarak alırlar ve ulemanın esas aldığıtörenlerden farklı bir şekilde ibadetlerinde bu hadisleri izlerler. Sonra bu alimler çıkıp onları dinden çıkmakla suçlarlar. Bu suçlamalarında hiç de insaflı değildirler. Çünkü Hakkın birçok vechi/yüzü vardır, bu vechlerden/yüzlerden birine de bu yolla varılabilir. Nice hadis devardır ki, alimler sahih olduğu hususunda görüş birliğine vardıkları halde, sır ehli nazarındabu hadisler sahih değildir. Çünkü keşif yoluyla bunu öğrenmişlerdir. Bu yüzden bu tür hadislere göre amel etmeyi terk ederler. Buna daha bir çok örnek vermek mümkündür.

En iyisi; insanın teslim olması, Hakka teslim olmayı dilemesi ve sırf nefsiyle meşgul olması,onu bulunduğu mertebeden daha iyi bir mertebeye yükseltmeye çalışmasıdır. İşte varlığın hakikatlerine ulaşmış said/mutlu insan budur. Bu sırları lafızlara dökme-yip gizleyenler,yabancılar farkına varmasın diye onları saklayanlar, himmet neticesinde bir takım eserlerin meydana geldiğini söyleyenler, her zaman bu metotlarını devam ettirirler. Tâ ki fehvanı(anlamsal) makamlardan yakınlığa erişmişlerin mertebesindeki yüce ruhaniler kendi elleriyle parlak alametleri onlara gösterinceye kadar. Bu makamda ise yazılı kutsal kitablar vardır. Böylece bu sırların sahipleri bildikleri hakikatlere dair gerçek şahidler görmüş olurlar. Bu vasıftan başka bir vasfa intikalin ne büyük bir aşama olduğunu anlarlar. Bu intikalin ayırıcı özelliği, sırrı gizleyenin sırrının artık ortaya çıkması, düğümün çözülmesidir.Kilidinin açılması, bağının çözülmesidir. Böylece bu diğerinin himmetleri de aynı noktada birleşir. Çünkü teklik hakikatini görmüştür. Her ikisi tekten başka bir şey görmezler. Bütün etkiler ve eserler hakikate dayanır böylece. Bazen döndürmek şeklinde tezahür ederken,bazen de bu himmetler doğrudan O'ndan gelmiş gibi belirginleşir. Çünkü hakikate bütünyönleriyle yönelmiştir, bilmese de. Her himmeti istemiştir, bizzat ulaşmasa da. Telaffuz edemese de bütün lisânlarla konuşmuştur. Bu ne dehşetli bir hayret ve ne çetin birhasrettir! Perde açıldığı zaman, gözle bütünleştiği zaman. Ay ve güneş bir araya geldiği,eser sahibi eserde zuhur ettiği ve de çıplak gözle görüldüğü zaman!

Onlara suretlerde belirdiği, tuzağı kuran tuzağa düştüğü, iman edenin kazandığı, inkar edenin de kaybettiğiz aman!İlâhî hitap, en kutsal lisânla ve ihlâs diye ifade edilen bir ibareyle yönelmiştir.Dolayısıyla alacağı ödül için değil, ibadetini ihlâsla sunan, her türlü sapıklıktan uzak hanîf yolunu izleyen, ilâhî yakınlık mezhebine intisab eden kimse, emri yerine getirme sorumluluğunu gerçekleştirmiş olur. Böyle bir kimse nur alemine mensub olur, ücret alemine değil. "Aüa-hu nuru'ssemavati ue'l ardi / Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 35)"Lehum ecruhum ve nuruhum /Onların ücretleri ve nurları verilir." (Hadid, 19) "Nuruhum yes'a beyne eydihim / Onların önlerinden nurları gider." (Tahrirn, 8) Nur, "Ben sizin rabbinizim",der, onlar da Ona tabi olurlar.Hakikat ehli nazarında ücret, ceza Allah'a döndürülmüştür. Vakitlerinin darlığından veAllah ile meşgul olmalarından dolayı ücrete yönelik bir talepleri yoktur. Onlar için Allah ile meşgul olmak her şeyden daha önemlidir. Kim Allah ile ilgili payını ka-çırırsa, işte büyük hüsrana uğrayan odur. Bir farzı veya sünneti ikame eden bir kimsenin bu ameli yerine getirmesinin sebebi, sevab taleb etmekse, sen nefsini böyle bir amelle meşgul etme.Çünkü bedenlerin hareketlerinin sonuçlarının da somut olması zorunludur. Bizzat yerinegetirdiğin hareketlerle bir şey isteme. Yoksa vaktini boşa harcamış olursun. Nitekim yüceAllah şöyle buyurmuştur. "Kullu yevmin huve fi şa'n / O, her an (gün) yaratma halindedir."(Rahman, 19)

Gün, bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimindeki faaliyeti seninle ilgilidir.Senin için vücûda getiriyordur, kendisi için değil. Çünkü O, amaçlardan münezzehtir.Yarattığı bir şeyin yararı da O'na dönmez. Ya da daha önce kendisinde olmayan bir şeyi kendisi için yaratmaz. O halde yarattığını senin için yaratır. O halde sen de bu emrin karşısında dur. Onunla meşgul ol. Sen de her gün Rab-binle ilgilen. Tıpkı Rabbin her gün senin için yaratma halinde olduğu gibi. Çünkü O seni, sırf kendisine ibadet edesin, Onunla kendini gerçekleştiresin diye yarattı. Senden ve O'ndan başkasıyla meşguliyeti ise kendiniçin bir rızık olmak üzere taleb etmelisin. Bu da sana ulaşır kuşkusuz. "Ma uridu minhum min rızkın ve ma uridu en yut'imun. İnnellahe huve'rrez-zak I Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızık veren ancak Allah'tır."(Zâriyât, 57-58)

Sana "al" dediği zaman, "sen al" de. Sana "dön" dediği zaman, "senden sana" de. Eğer sana "Ben sana "al" dediğim zaman, nasıl bana "sen al" diyebiliyor sun,ben almam ki?" dese, O'na de ki, "ben de gerçekte almıyorum. Çünkü almak bir fiildir.Oysa benim fiilim olamaz. Dolayısıyla alan sensin. Çünkü fail sensin. Dolayısıyla sen,bana verdiklerini benim için al. Ey almayan, bana al, deme. Almayı benimle arana perdeo larak koyma. Benim almam yoktur ve sen de benim için değilsin. Benim almam olmaz.Yokluktan hasıl et, ki yokluk serlerin en kötüsüdür. Yoksa asıl feshetme, akdi bozma bu helak edici hitaptan gelir, ey idrâk eden ve idrâk edilmeyen, sahib olan ama sahib olunmayan!"Bu aşamaların bazısında, karşına hikmet esaslı, nebevi, has kılınmış ve halis din ile birlikte dosdoğru olmayan, fikir ve akıl karışımı bir din çıkar. Bunları birbirinden ayırman gerekir. Bir de şunu göreceksin: bunların her birinin gayesi haktır, maksat senin mutluluğundur, mutsuzluğun değil. Sen has kılınmış, halis nebevi dini izle. Çünkü o daha yüksek ve daha faydalıdır. Öbürünün aydınlığı daha parlak olsa da. Ama bu diğerinin varlığıyla resmi dağılır. Bir açıdan hak olsa da bu böyledir. Hatta o dinin kurucusu,yaşayanlar aleminde hazır olsaydı, onun da has kılınmış nebevi dine döndüğünü görürdün.Ya da daha önceki has kılınmış dinin sonraki has kılınmış nebevi dine döndüğünü görürdün, bu bir tür nesihtir. Musa ve İsa (a.s.) peygamberlerin ümmetleri gibi önceki ümmetlerin üzerinde bulundukları şeriatlar bazı açılardan Muhammed (s.a.v) şeriatı tarafından neshedilmediler mi? Nitekim Hz. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Musa yaşasaydı, bana uymaktan başka bir seçeneği olmazdı."

Dolayısıyla hükmi, fikri donanımlı bir şeriatın, daha önce söylediğimiz gibi bazı açılardan hak olsa da kaldırılması daha uygundur.Bedbahtların en bedbahtı, bir kitaba sahib olduğu halde sapan, hevasına tabi olan,kitabına iman ettiği halde arzularının peşinden koşan kimsedir.Burada açıklamak istediğim bir nükte vardır ve bir çok kimse bunun farkına varmamıştır. Bir topluluk da mümkün nitelikli varlığın olabilirliği hususunda büyük bir yanılgı içine düşmüştür. Varlık, mümkünlüğün iki zıt ucu açısından kanıtlanmıştır. Bunu değiştirmenin, tersine çevirmenin imkanı yoktur. Şöyle ki: Hak teala bir şeye tecellî ettiği zaman ondan asla gizlenmez. Bir kalbe de iman yazdığında, onu bir daha silmez. Birkimse, "bana tecellî ettikten sonra benden gizlendi" diyorsa, ona kesinlikle tecellî etmemiştir. Fakat ona bir tecellî görünmüştür, o da bu tecellîyi O sanmıştır. Böyle bir tecellînin de sebatı olmaz, bir halde durmaz, dolayısıyla onun açısından durumdad eğişiklik yaşanmıştır. İman yazılması da öyle. Ayetlerin ve apaçık belgelerin gelmesi gibi olağanüstü kanıtlar kalplere bahsedildiği zaman, buna dair şahidler de gösterildiği zaman,bunlar ebediyen yok olmazlar. Bir adamın kalbinden bunlar silinip gidiyorlarsa, bil ki kalbinin levhasına kesinlikle yazılmamışlardır ve bir daha da ona dönmeyeceklerdir.Sadece kalbine bir örtü gibi bir zaman bürümüş, bunların ibareleri ve lisânları verilmiş,varlıkları ve a'yanları verilmemiştir. Böyle bir bağış da geri alınır ve yok edilir. Bu yüzden bir ayette şöyle denilmiştir: "Utlu aleyhim nebeellezi ateynahu ayatina fenseleha minha /Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan kimselerin haberini oku." (A'raf, 175) Ayetin orijinalinde geçen "inselahe" fiili, bir insanın üzerindeki elbiseyi çıkarması veya yılanın deri atması anlamındadır. Bu elbise ve deri bir örtü işlevini görür, yukarıda vurguladığımız gibi gerçeklikle bir ilgisi yoktur. Böyle bir kimsede sadece lisân olur. Konuştuğu zaman ismin gizliliklerini açığa vurur, etkilerini özellikle aktırır,yansıtır.

Bu anlamda tek kalan havas için arındırma, tenzih etme, huzur ve birleşme ve de iman ve küfür şart değildir. Sadece o belli harflerle konuşur. Konuşan kişi konuştuğunun farkında değilse bile sonuçlarını izhar eder. Bazı arkadaşlarımız arasında da böyle kimseler görülmüştür. Örneğin Kuran okur, bir ayete gelince orada üzerinde bir etkilenme hisseder ve buna şaşırır, ama sebebini bilemez. Bu sefer önceki ayetleri bir kez daha okur.O belli ayete gelince aynı etkilenmeyi bir kez daha görür. Her tekrarladığında aynı etkilenmeyi hisseder. O zaman anlar ki, ayet, havastan kimseler üzerindeki etkinliğini gösterdiği mahalle tesadüf etmiştir. Onu kendisi için bir isim kılmıştır. İstediği zaman aynı etkiyi göstermektedir. Muhakkik bir kimse bu gibi etkilenmelere aldanmaz, bunlara itibar etmez. Sadece böyle bir durumla karşılaştığı zaman sevinir. Nitekim Ebu Yezid'e: "Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi) hangisidir?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Öncetasdik et, sonra istediğin ismi al, o'nu gerçekten hisset, konuşma ve lafız olarak değil."

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ulaike ketebe fi kulubihimu'l iman / İşte onların kalbine Allah, iman yazmıştır." (Mücâdele, 22)Kalbin iki yönü vardır; biri zahir biri de batın. Kalbin batını silinmeyi kabul etmez.Aksine kalbin batını sırf ispat ve gerçekliktir. Zahiri ise silinmeyi kabul eder, çünkü mahv ve ispat (silme ve yerinde bırakma) levhidir. Kalbin zahirinde bir şey bir vakit yerinde bırakılır,sonra "Yemhullahu ma yeşau ve yusbitu ve indehu ummu'l kitab / Allah dilediğini siler,sabit bırakır. Bütün kitabların aslı Onun yanındadır." (Ra'd, 39) Eğer kitab sahibi, bütün kitablara inanan biriyse ebediyen sapmaz. Ama bazı kitablara inanan, bazısını da inkareden biriyse, o, gerçek kafirdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve yekulune nu'minu biba'din ve nekfuru biba'din ve yuridune en yettehizu beyne zalike sebila / Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız, diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler..." (Nisa, 150) "Ulaike humu'l kafirune hakka / İşte gerçekten kafirler onlardır."(Nisa, 151) "İnnellezine keferu min eh-li'l kitabi ulaike hum şerru'l beriye / Ehli kitabtan...olan inkarcılar... İşte halkın en şerlileri onlardır." (Beyyine, 6) Bu anlayışlarından dolayı onlar şekilsel, törensel kalıpların ehlidir.

Filozoflardan düşünsel bakış sahibi kimselerin ve kelâm ehlinin büyük kısmı, Allah'ın velilerinin/evliyaullah'm sergiledikleri vecdlerin, görüp buldukları sırların bir kısmını tasdik ederler. Kendi görüşlerine ve ilimlerine uyanı doğrularlar, görüşlerine ve ilimlerine uymayanı da reddedip inkar ederler ve kanıtlarımıza aykırı olduğu için batıldır, derler. Kim bilir; belki de bu miskinin kanıtının temelleri tamamlanmamıştır; ama o, kamil olduğunu sanmaktadır! Oysa Allah'ın velilerinin söylediklerini onlar açısından tasdik edip, kendisini böyle bir tasdikin mecburiyetinden bırakmasay-di da sırf sahibinin sözünü teslim etmesinin semeresini devşirseydi olmazmıydı!

Ben, Allah'a yemin ederim, bu taifeyi inkar edenlerin durumundan endişe ediyorum.Hakikat ehlinden biri şöyle demiştir:- Kim onlarla, tasavvufî hakikatlerin ehli ile beraber oturursa ve onların ortaya koydukları hakikatlerin bazısını inkar ederse, Allah iman nurunu Onun kalbinden söküp alır.Kendinde hikmet olduğunu iddia eden münazara ehlinden biri, vahdet-i vücûtanlayışına sahib muhakkiklerden birine bir soru sordu. Ben de orada bulunuyordum.Talebeler de etrafını sarmış oturuyorlardı. Muhakkik adam konuyla ilgili konuşmaya başladı.Bu münazaracı o'na dedi ki: "Bu söylediklerin benim nazarımda sahih değildir. Bunu benim için biraz daha açıkla. Belki de ben bu hususta yanlış bir anlayışa sahibim."Muhakkik adam münazaracının sözlerinin boş olduğunu anladı ve sustu. Çünkü bundan sonrası cedel ve tartışma olurdu. Muhakkikler ise edebe aykırı olan ve bereketin kalkmasına neden olan tartışma ve cedeli uygun görmezler. Efendimiz(s.a.v.)in yanında ashab arasında tartışma çıkar. Hz. Resulullah (s.a.v) "benim yanımda tartışma olmaz."der. Bir hadiste de şöyle buyurmuştur: " Bana kadir gecesi gösterildi. İki adam saç başolup kavga ettiler. Bunun üzerine kadir gecesi kaldırıldı."Dolayısıyla keşif ve şühûd yöntemi tartışmayı kaldırmaz. Bu yöntemi esas alan muhakkikleri reddetmek, sonunda münkirin kendisine dönen bir reddiyedir. Vecd sahibi,tahsil ettiği hakikatlerden dolayı mutludur. Nitekim sözünü ettiğimiz şeyhin talebelerinden biri kalktı ve meseleyi tartışanlara dedi ki, "efendimizin biraz önce gayet açık bir şekilde ortaya koyduğu izah sahihtir. Ancak ben bunları ifade edecek, dile getirecek gücü kendimde bulamıyorum". Bunun üzerine fıkıhçı şöyle dedi: "Bunlar süslü ve tatlı sözlerdir,ahenkli bir şekilde ifade edilmişlerdir. Akıl, ilk anda kabul eder ama münazara mihengine vurduğunda, delillerle irdelediğinde yok olup gider, geride hiçbir izi kalmaz. Sırf batıl olduğu görülür. Tıpkı efendimizin az önce dile getirdiği şeyler gibi..." Bunun üzerine Şeyh bu konuyla ilgili sözlerini kesti.Münazaracı ise onun dediğini, onun lisânından dökülenleri anlayamadı. Bu, muhakkike, münazaracı-mn içindeki duyguları göstermekten ibaret bir tavırdı ki, bu gibi meselelerde böyle münazaracılarla konuşmaya son versin.

Sonra bilesin ki, salih amelle pekiştirilmiş iman mukaddes huzurun elindedir. Bu imanın bu mukaddes huzurda ikame edilmesi esnasında ilim, irfan, hikmet ve sır nehirlerinin parmaklarının arasından fışkırdığı ve bu elin Muhammedi makamlara sahib kimseleri nelere mâlik kıldığı da görülür ve bu huzurda sakin olan kişinin ruhaniyeti beslenir. Bu makamın sakini derken dört kişilik huzurun dördüncüsünü kast ediyoruz.Bunların her biri bu kutsal makama ortaktır. Bu sözünü ettiğimiz ikamet huzurudur, ikincisi nur huzuru, üçüncüsü akıl huzuru ve dördüncüsü insan huzurudur.İnsan huzuru varlık bakımından huzurların en tamamıdır. Kul ikamet huzuruna konakladığı zaman, devamlılık nehrinin suyundan içer ve bu huzurda ikamet etmek ona rabbani haşyet, ilâhî rıza makamını kazandırır. İlâhî haşyet ise o'na bundan ayrı bir huzurun kapısını açar. Ki "el-Futûhatu'1-Mekkiye" menzilleri kapsamında bunlarr ele alacağız.

Öte yandan hüviyet haşyetinden de "el-Futûhatu'1-Mekki-ye"de söz edilecektir.Bu yüzden burada açıklama gereğini duymuyoruz.Bu kitapta üzerinde durduğumuz menzil "fena" (yokluk) ve "güneşin doğması"menzilidir. Bunun da ihsan mertebesi vardır ki, bu, seni O'na gösteren ihsandır, O'nu sana gösteren ihsan değildir. Cebrail (a) Hz. Nebiye (s.a.v.): "İhsan nedir?" diye sordu. Hz. Nebî(s.a.v.): "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmendir", dedi. Bu aradaHz. Resulullah (s.a.v.) işaret ehline de bu açıklaması kapsamında şu işareti vermiştir:Eğer sen O'nu göremezsen, O seni görür. Yani Onun seni görmesi, mutlaka senin kendinden yok olmanı gerektirmez."O'nu görmen" ifadesinin orijinali olan "terahu" ifadesinde "elif" harfine yer verilmesinin nedeni, görmenin taalluk ettiği şeye işaret etmesinin gayet açık olmasıdır.Eğer "elif" harfi hazfedilseydi ve "terehu" denilseydi, görme sahih olmazdı. Çünkü "terahu"ifadesinin sonundaki "ha" gâib (üçüncü şahıs)ten kinayedir. Gâib ise görülmez. "Elif" harfi hazfedildiğinde görmesiz görme söz konusu olurdu. Bu ise doğru değildir. Bu nedenle ifadede "elife yer verilmiştir.İfadede "ha" harfinin yer almasının hikmetine gelince; "eğer sen Onu göremezsen"ifadesinin anlamında şuna yönelik bir işaret vardır: Eğer sen ifadede "elifin varlığından dolayı O'nu görmüş olsan da O'nu bütünüyle ihata ettim, deme. Çünkü Allah ihata edilmekten yücedir, üstündür. Allah ihata edilmediğine göre, sözünü ettiğimiz "ha" zamiri görme esnasında senden gâib olan Hakkın hakikatine işaret etmiş olur ve senin O'nubütünüyle ihata etmediğine tanıklık eder.

Vallahu yekulu'l Hakka ve Huve yehdi's sebile.
Gerçeği Allah söyler ve doğru yola iletir.Nimetler bahşedici "Vahhab" Melikin lütfüyle kitab tamamlandı.

ismi azam

Ebu Yezid'e: "Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi) hangisidir?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Önce tasdik et, sonra istediğin ismi al, O'nu gerçekten hisset, konuşma ve lafız olarak değil."

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

14 Kasım 2009 Cumartesi

O halde sen Rabb’ın kulu ol, Onun kulunun Rabb’ı olmaya bakma..

Kulluk

Tek bir Rahman olan Allah için, her durakta surete dair gizli ve aşikar şeyler vardır.
Eğer bu Hak’tır dersen sözün gerçektir.
Eğer başka hükme varırsan, (batından zahire) geçmiş olursun.
Allah’ın hükmü bir durakta bulunup, diğerinde bulunmamak değildir.
Fakat O Hak ile halka sefer eder.
Gözlerde parladığı vakit, akıl onu üzerinde sebat ettiği, kendi delili ile reddeder.
Halbuki gerçek görüşlü olanlar, Hakk’ı hem manevi tecelliler suretinde, hem de hayal denilen şeyde kabul edenler.

* * * *

Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de, iftirasız kulluk ve derekesine iner.(*)
Kul kulluk derekesine inerse, Hak ile genişler.
Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı, nefsinin aynını görür, Dilekleri şüphesiz Hak’tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da, Mülk ve Melekut alemlerindeki bütün mahlukların, kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların, dilediklerini yerine getirmekten zatıyla acizdir.
Bundan dolayı bazı arifler, bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb’ın kulu ol, Onun kulunun Rabb’ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle, ateşe ve erimeye mahkum olursun...

(*) Mevlana ise bunu şöyle dile getirir: "Demir nasıl ateşe girince ondan farksız olur ve ben ateşim derse, İlahi tecelliye uğrayan kul da, kendi benliğinden geçmiş olduğu halde, "Ben Hakk’ım" der." (Fusus'ül-Hikem'den.)


ibn arabi hazretleri
(k.s.)

12 Kasım 2009 Perşembe

Sizi uzlet paklar

Peygamber (s.a.v) Efendimiz: “Sizi uzlet paklar” buyuruyor.
Uzlet bir ibadettir. Uzlet sizden önce gelenlerin âdeti idi. Uzletin tasavvufî mânası; kalbe yalnız Allah sevgisi koymak, ona sızacak yersiz bir şey olursa hemen ondan kaçmaktır.
İman ediniz. Sonra, imanınızı ilerletiniz, ikan sahibi olunuz. Son­ra maddî varlığınızdan geçiniz. Sonra Hak varlığı ile var olunuz. Si­ze gereken bunlardır. Haddini bil. Nefsini ve başkasını bırak.
Peygamber’in rızasını gözeterek işler yapınız. Kur'ân'a uyunuz. İşleri, onun emri dahilinde yapmadıktan sonra, yapılan her iş boş­tur. Onunla amel etmedikten sonra, Allah kelâmı olduğunu kuru kuru iddia etmek neye yarar? Daima iki yüzlü olan, bir yüzünü bize, öbür yüzünü şahsî arzularına uyduran şahıstan bize ne hayır ge­lir? Sonra kendisi neye yarar? Her yönüyle bizim yolumuzu tutan, Kur'ân'a uyar. Ona uymadıktan sonra kurtuluş yoktur.
Yalnız Allah'a kul olmak lâzımdır. O'na kesimli kul olmalısınız. O'na bağlanmanız gerek. Söylediklerimi yapınız. O size yeter. Dün­ya ve âhiret işlerinde O sizi tutar. Ölüm anında ve dirilik zamanında sizi korur. Her hâlinizde kötülüğü eritir.
Şu dünyalık işler beyaz görünse bile yapma. Öbür âleme dair olanlar sana siyah bile gelse yap. Allah yoluna çalış. Sana da çalı­şan olur. Kalp elinden tutulur. Aziz ve Celil olan zâtın huzuruna çı­karılırsın.
Hak yolda çalışmak, kalp kanatlarına can getirir. O canlanan kanatla Hak Teâlâ canibine uçulur.

Geylani Hazretleri
(k.s.)

“Ölmek nasıl olur?”

Ey evlat! Gayretin kadar alırsın. Ne kadar çalışırsan, şerefin o kadar olur. Her şey karşılıklıdır; çalışmadan verilmez. Kalbinden halk sevgisini atmayana Hak yakın olmaz. Halkı var bilme. Görecek­sin ki, Hak'la aranda karanlık perdeler kalkmış.
Nefsini manen ölü gör. Kendini ve halkı var bilme. Göreceksin ki, Hak'la arandaki bütün karanlık perdeler kalkmış.
“Ölmek nasıl olur?” diyene şöyle derim: Nefse uymayı yık, kötü işleri yok et. Hakk'ın emirleri varken halkın buyruğuna koşma. Sebepler sana yüklenmesin. Mevlâ'dan gayri her şeyden ümitsiz ol. Kullar Hakk'ın ortağı olmasın. Hak'tan başkasından bir şey umma, bekleme, arama. Her işin Allah rızası için olsun. O'nun rızası önünde başka nimetleri bekleme. O'nun yaptığı işlere razı ol. Hükmü önünde sessiz ol. Bunları yaparsan ölmüş sayılırsın. Bilirsen, asıl dirilik budur. O istediği yana seni çevirir. O'nun yakınlık kâbesi yine kalbin olur. Sen o kâbenin perdelerine yapışır, zikredersin. Başkaları aklında olmaz.

Geylani Hazretleri
(k.s.)

11 Kasım 2009 Çarşamba

Lüzumsuz şeyler

Hak Teâlâ'ya ve kullarına karşı edebinizi takınınız! İşinize ya­ramayan lafları bir yana atınız. Lüzumsuz şeylere karışmayı bir zât şöyle tarif eder: “Geziyordum, bir genç gördüm; sıkı bir şekilde yer kazıyordu. Ona kendimce şöyle dedim: ‘Bu ağır işi bırak; hafif işlere bak.’ Bu sözümün cezasını çok ağır ödedim. Altı ay gece namazına kalkama­dım. Bu benim için çok ağır bir ceza oldu.”

Geylani Hazretleri
(k.s.)

10 Kasım 2009 Salı

Korku ilmin ta kendisidir.

Ev evlat! Ben, sana bir aynayım; böyle gör. Beni kalbine bir ayna olarak koy, sinene yerleştir. İşleri karşıma getir. Bana yaklaş ve bak. O zaman çok şeyler göreceksin. Benden uzak kaldığın zaman göremediğin çok sefaları o kez göreceksin.
Din işlerini düzeltmek istersen, bana gel. Bunu ancak bende bulabilirsin. Başkasında bulamazsın. Ben, seni Allah yolunda seviyorum ve öyle yetiştirmek istiyorum. Seni Allah yoluna döndürecek kuvvet bende vardır. Seni sert bir elle yola getiriyorum. Münafık dili ile değil.
Dünyayı evinde bırak, bana öyle gel. Ben öbür âlemin yöneticisiyim. Dünya sana kalsın. Seni oraya almak istiyorum. Yüce âlemlerin sultanı yapmak istiyorum, bu fani diyarın bekçisi değil! Yanımda otur; sözlerimi işitmeye bak. Ne dersem onunla iş tut. Ölmeden önce böyle yap. Yakında ölür gidersen perişan olursun. Eli boş, yüzü kara gitmeyi sana ayıp sayıyorum; çünkü iman sahibisin.
Dünyanın dönüşü ve her şeyin hareketi bir disiplin ve korkunun eseridir. Eğer bir şeyden korkmuyorsan onu bilmiyorsun demektir. Korku ilmin ta kendisidir. Korkmayan bilgi sahibi değildir. Korkan, korktuğu şeyin âlimidir. Allah korkusu olmayan için ne burada, ne de ötede selamet vardır. İnsan, Allah'ı bildikçe korkar. Bilmemişse neden korkar? Bunu bizlere anlatmak için, Allah Teâlâ şöyle ferman buyurdu:
Allah'tan ancak, bilgi sahibi kulları korkar.” (el-Fâtır, 35/28)
Allah'tan korkanlar bilgi sahibidir. Ve bildiklerini tatbik sahasına koyanlardır. Bilirler; bildikleri ile amel ederler; ayrıca bilmeyenlere de öğretirler. Bunlar, yaptıklarına bir karşılık da istemezler; yalnız Allah'ı ve O'nun yakınlığını talep ederler. O'nun sevgisini isterler. O'ndan uzak kalmayı ve aralarına kara perdenin girmesini arzu etmezler. Onlar, ne dünyayı ister, ne de öbür âlemi; hiç bir kapının da üzerlerine kapanmasını talep etmezler. İsterler ki, kendileri için olsun; dünya ve âhiret kendilerine kalsın.
Dünya onlaradır. Âhiret onlaradır. Azîz ve Celîl olan Hak da onlara kalmıştır.
Onlar iman sahibidir. O'nu iyi bilir ve çok çekinirler. Hak uğruna mahzundurlar.
İnsan vardır ki, dış göze göre görünmeyen, kalp gözüne göre hazır ve nazır olandan korkar. Nasıl korkmazlar ki, O diriltir ve öldürür. Aziz eder, zelil eder. O, her an bir şan alır. İsterse kabul eder; dilerse reddeder. Yakın eden O'dur. Uzak eden yine O'dur.
Yaptığından O'na kimse soru soramaz. Ama O'ndan gayri olanlar hep sorguya tabi tutulacaklardır.” (el-Enbiyâ, 21/23)
Allah'ım, bize yakınlığını ver. “Dünya ve âhirette güzellik ihsan buyur. Bizleri ateşe atmaktan sakla!” (el-Bakara, 2/201) Âmin!

Geylani Hazretleri
(k.s.)

Ellerin terbiyeli olsun.(s.a.v)

Ey evlat! Uyan, başkası dürtmeden kendiliğinden uyan. Acıyı görmeden gözlerini aç. Din sahibi ol. Dindar kişilerle bulun. İnsan olan onlardır. Akıllı onlara denir. İnsanların en üstünü ve aklı toplu olanı, Allah'a uyandır; en cahili ve aklı perişan olanı ise, O'na isyan bayrağı çekendir. Bunu böylece bilesin.
Nebi (s.a.v) şöyle buyurur:
“Ellerin terbiyeli olsun.”
Bunun ince ve derin manası vardır. Anlayan anlar. Biz de şöyle anlatırız: Gün olur, derde düşersin. Kendini dilenciliğe verme, çalış. Zenginliği görürsün.
Bir de şöyle anlatılabilir: Erenlere kavuştuğunda önlerinde tazimle dur. Onlara saygı göster. Kalbinden bir şey isteme. Elini onlara ihtiyaç kastı ile açma. Onlar sana gerekeni bilirler, verirler. Kalbini bozarsan münafık olursun. Elini uzatırsan, ihlâs sahibi olmadığın sezilir.
Gösteriş meraklısısın, içinde hayır yoktur. Ancak Allah rızası için yaparsan eline hayır geçer. Yaptığın işin dışına kimse önem vermez. Nefsini bir yana atar, heva ve şeytanı perişan edersen adam olursun. Yaptığın hayır işlerde dünya gelirini görmezsen işlerin makbul olur.
Çalış, işlerini temiz tut. Yaptığın işi görme. Her işte, yapanı değil, yaptıranı görmeye çalış. İçini düzelt. Kalbinde, ne varsa, ona verebilirsin. Ne olursa olsun niyetinden başka bulamazsın. İnsanları isteyerek yapılan işin sonu Hakk'a varmaz.
Yazık oluyor sana, işin halk için! Nasıl onunla Hakk'a varmayı diliyorsun? Bu sadece içinde bir heves bırakır. Ötesi boş olur.

* *

Nene böbürleniyorsun? Bir adım atmaya gücün yeter mi acaba? Böbürlenmeyi terk et. Pek de şen olma. Şenliği azalt, hüznü çoğalt. Senin için bu daha iyi olur. Dünya bir zindan gibidir. Öbür âleme nispetle buranın ne önemi olur. Hapiste yaşayanın sevinci ne kadar sürer? Sevindikçe kederi çoğalır.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz çok düşünürdü. Daimî tefekkür hâlinde idi. Az sevinirdi. Gülerken ancak ön dişleri açılırdı. Onun üzüntülü zamanı sevinçli zamanından daha çoktu. Sen, onun ümmeti değil misin? Onun gibi ol! Az gül. Ancak karşındaki zatın kalbini hoş etmek için tebessüm et. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de öyle ederdi. Kalbi o kadar hüzünlü ve Hak’la o kadar meşguldü ki, Ashâb-ı Kirâm olmasa, dışarıda yapılması zorunlu bazı şeyleri olmasa, evinden dışarı çıkmazdı. Kimsenin yanına varmaz, halktan hiç kimse ile konuşmazdı.

Geylani Hazretleri
(k.s. )

Dininiz dört şeyle gider:

İyi işler yapmaya bakın; işleriniz düzelebilir. Sözünüzle yaptığınız ayrı ayrı olmasın; bir olsun. Söylediğinizi yapın. Halka öğüt verip kendi yan çizenler gibi olmayınız. Öğüdü işitip iş tutmayanlara benzemeyiniz.
Dininiz dört şeyle gider:

Söylediğiniz, işinizi tutmazsa

Bilmediğiniz işlere karışırsanız

Bilmediğinizi öğrenmez, dolayısıyla cahil kalırsanız

İnsanları, bilmedikleri şeyi öğrenmekten alıkoyarsanız.

Yukarıda sayılan dört şey bir cemiyeti ayakta tutan umdelerdir.
Müspet yol tutulursa kurtuluş olur. Menfi yol ise felaketin içine atar. Bilhassa dördüncüsü her cemiyetin muhtaç olduğudur. Ona mani olunduğu zaman yıkılış mukadder olur.

Geylani Hazretleri
(k.s.)

Biz ona anasının sütünü emmeden önce, bütün sütleri haram ettik.

Ey evlat! Hani Hakk'a kulluk? Nerede o Azîz ve Celîl olana ubudiyet? Hele getir tam kulluğu! Bir defa tam manasıyla O'nun kulu olmalısın. Bütün hâlinde yeterlik görünmeli. Yeteri kadar kulluk et. Yeteri kadar dünyaya çalış.
Sen kaçan bir kölesin. Efendine dön. O'nun kapısı önünde boynunu eğ. Emirlerine karşı tevazu göster. “Desinler”i bırak, emirlere yapış. Dedikoduyu bir yana at; yasaklardan çekil. O'nun bütün hükümlerine boyun eğ, her emrine uysallık göster. Bunlar olursa kulluk tam olur, olmadığı takdirde, hiç bir şey yerine gelmez. Efendisine kul olmak isteyen, emrini tutar. Yasak ettiklerinden kaçar. Bunları yapmayan gerçek kul olabilir mi? Olamaz.
Allah, yoluna girene yeter. Bunu şu âyet-i kerime haber verir:
“Allah, kuluna yetmez mi?” (ez-Zümer, 39/36)
Doğruluğa koyulan kulun kalbinde Allah sevgisi yer eder. Hak’la ülfet peyda olur. Güçlük olmadan Hakk'a yakınlık hâsıl olur.
Hakk'ın zatından gayrı ile sohbet sana yakışmaz. Yalnız Allah'a dön ve O'ndan razı ol. Bütün hâlinde O'ndan hoşnut olduğunu ilan et. Şu gördüğün dünya zemini ne kadar geniş, görüyorsun; yalnız senin için daralsa yine de Hakk'a darılma; başka kapı arama.
Bir şey yiyeceksen, O’nun sofrasında ye, başkasına yönelme. Musa (a.s) Peygamber gibi ol. Hak Teâlâ, onun hakkında şöyle buyurdu:
“Biz ona anasının sütünü emmeden önce, bütün sütleri haram ettik.” (el-Kasas, 28/12)
Rabbimiz hem Azîz, hem de Celîl’dir. Her şeye sahiptir. Her yerde hazırdır. Her şeyi gözetir. En yakın olan O'dur. O'nun varlığından vareste olan yoktur. Bu hâli anladıktan sonra inkâr ne kadar acıdır. Marifete erdikten sonra geri dönene yazık olur.

Geylani Hazretleri
(k.s.)

4 Kasım 2009 Çarşamba

Evliyânın kerâmetine dair

Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede ?rahmetullahi aleyh" yazılmış olup, Evliyânın kerâmetini bildirmekdedir:
Herşeyi yokdan var edip, her ân varlıkda durduran, cânlıları besliyen, büyüten Allahü teâlâya hamd ederim. Onun Peygamberlerine ve bunların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve ona yakîn olanlara, salât ve selâm eylerim!
Dağlar, tepeler, dostlarla aramızda perde olduğundan, görünüşdeki uzaklık, buluşmağı, konuşmağı, Ankâ kuşu gibi, ele geçmez bir şekle sokmuşdur. Ara sıra yeni bilgileri yazıp, sevdiklerime yollamağı, âcizâne düşündüm. Bunun için tektük gönderdiğim bilgilerden, usanmıyacağınızı ümmîd ederim.
Kıymetli efendim! Bugünlerde, her ağızda, Evliyânın ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" kerâmeti dolaşmakda, câhil halk, hârika, kerâmet aramakda olduğundan, bu yolda, birkaç şey yazmağı uygun gördüm. Lütfen dikkatli okuyunuz! Vilâyet ya'nî Evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Bu dereceye yetişenlerde, hârikalar, keşfler görülür. Fekat, hârikaların çok olması, vilâyetin temâmlığını ve olgunluğunu bildirmez. Hârikaları dahâ az olduğu hâlde, vilâyeti dahâ kâmil olanlar, çok görülmüşdür. Hârikaların çok olmasının sebebi ikidir:
1- Urûc ederken, pekçok yükselmek.
2- Nüzûl ederken pekaz inmek.
Hattâ, hârikaların çok görünmesinin başlıca sebebi, ikincisidir. Ya'nî yukarı makâmdan aşağıya inmenin az olmasıdır. Çünki, aşağı dereceye inen Velî, sebebler âlemine inmiş olur. Her hâdisenin bir sebeble hâsıl olduğunu bilir. Sebebleri yaratanın ?celle celâlüh", eşyâyı sebeblerle hareket etdirdiğini görür. Hâlbuki, aşağı dereceye geri dönmiyen veyâ az inip, sebebler derecesine düşmiyen Evliyâ, yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sîr vereni görüp, sebebleri göremez. Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verdiğinden, bu iki Velîye başka dürlü ihsânda bulunur. Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını, sebeb ile yaratır. Sebebleri görmiyene ise, sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde, (Kullarım beni zan etdikleri gibi bulur) buyurulmakdadır. Bu ümmetde, çok Evliyâ gelip geçmişdir. Bunların içinde Muhyiddîn seyyid Abdülkâdir-i Geylânîden ?kuddise sirruh" hâsıl olan hârikalar kadar, hiçbirinden hâsıl olduğu işitilmemişdir. Bunun sebebi, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalıyordu. Bir dürlü anlıyamıyordum. Sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ bu bilmeceyi açıkladı. Anlaşıldı ki, o büyük Velî ?kuddise sirruh", Evliyânın hepsinden dahâ yukarı çıkmış, inişde, Rûh makâmına kadar tenezzül etmişdir. Rûh derecesi ise, sebeblerin bulunduğu âlemin üstündedir. Hasen-i Basrî ile Habîb-i Acemînin ?kuddise sirruhümâ" hâlini burada bildirmek uygun olur. Şöyle ki, birgün, Hasen-i Basrî, Dicle kenârında gemi bekliyordu. Habîb-i Acemî çıkageldi ve (Ne bekliyorsun?) dedi. (Gemiye bineceğim, onu bekliyorum) deyince, Habîb, (Gemiye ne hâcet, sen, yakîn mertebesine varmamışsın!) dedi. Hasen-i Basrî ise, (Sen de ilm-ül-yakîn derecesine ermemişsin) dedi. Habîb, gemiyi beklemeyip, su üzerinden yürüyüp karşıya geçdi. Hasen ise, gemiyi beklemekde kaldı. Çünki, sebebler âlemine kadar inmiş olduğundan, onun işlerini, sebebler te'sîri ile yapıyorlardı. Habîb-i Acemî ise, işlerin yaratılmasında, sebebleri görmediğinden, onun isteklerini sebebsiz olarak ihsân ediyorlardı. Hasenin derecesi, Habîbin derecesinden dahâ yüksekdir. Çünki, (İlm makâmı)ndadır. Ya'nî, ayn-ül-yakîni, ilm-ül yakîn ile birleşdirmişdir. Hâdiselerin husûle gelmesini, olduğu gibi, doğru görmekdedir. Allahü teâlâ, kudretini, hikmet altında gizlemekde, herşeyi sebebler te'sîri ile yapmakdadır. Habîbe gelince, O, aşk-ı ilâhînin serhoşudur. Sebebleri göremeyip, asl yapana bakmakdadır ki, bu görüşü yanlışdır. Çünki, arada sebebler vardır. Tâlibleri irşâd etmek vazîfesi, hârikalar göstermenin aksinedir. Çünki Rehber, ne kadar çok inmiş olursa, irşâdı o kadar kuvvetli olur. İrşâd edebilmek için, tâlib ile rehberin birbirine yakîn olması lâzımdır. Bu da, Rehberin aşağı dereceye ya'nî tâliblerin derecesine inmiş olması ile olur. Bir Velî, ne kadar çok yükselirse, inişi o kadar çok aşağı olur. Bunun içindir ki, Peygamberlerin son geleni ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât", hepsinden yukarı gitdi. İnişde de, hepsinden aşağı geldi. Bundan dolayı, Onun da'veti, irşâdı, hepsinden kuvvetli oldu ve bütün insanların Peygamberi oldu. Çünki inişi fazla olduğundan, mahlûklara yakınlığı, dahâ çok oldu. Böylece, kendisinden istifâde, dahâ kolay oldu. Tesavvuf yolunda, nihâyete varmayıp, ortalarda bulunan Velîler, tâliblere, nihâyete varmış da inememiş Velîlerden dahâ çok fâideli oluyor. Çünki ortalardakilerin hâli, başlangıcdakilere dahâ uygundur. Bunun içindir ki, şeyh-ul-islâm Hirevî Abdüllah-i Ensârî buyurdu ki, (Eğer Ebül-Hasen-i Harkânî ile Muhammed Kassâb bir şehrde bulunsaydı, sizi Muhammed Kassâba gönderirdim. Çünki o, tâliblere, Harkânîden dahâ fâideli olur). Harkânî, nihâyete varmışdı. Tâlibler, ondan, pek istifâde edemezdi. Ya'nî aşağı dönmiyen Velî, nihâyete varmakla, tâlibleri iyi yetişdiremez. Fekat, nihâyete varan Velîler, geriye indikden sonra, kuvvetli ifâde ve terbiye edicidir. Çünki, Muhammed ?sallallahü aleyhi ve sellem", herkesden dahâ yükselmiş iken, ifâde, terbiye etmesi, herkesden çok idi. Görülüyor ki, ifâdenin, terbiye etmenin azlığı, çokluğu iniş mikdârına bağlı olup, nihâyete varıp varmamağa bağlı değildir. Burada, dikkat edilecek bir incelik vardır ki, o da, Velînin ?rahmetullahi aleyhim ecma'în", kendi vilâyetini bilmesi lâzım olmadığı gibi, kendisinden hârika, kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi de şart değildir. Çok olur ki, herkes onun kerâmetini görür. Onun bu kerâmetlerden hiç haberi olmaz. İlm ve keşf sâhibi olan Evliyânın da, kendi kerâmetlerinden ba'zısını bilmemesi câizdir. Ba'zan, bunların Âlem-i misâldeki şekllerini, sûretlerini bir ânda, çeşidli memleketlerde, herkese gösterirler. Uzak yerlerde, şaşılacak işleri yapdıkları görülür. Hâlbuki kendisi, bunları hiç bilmez. Hazret-i Mahdûmî, mevlânâ Nûreddîn-i Câmî ?kuddise sirruh" buyurdu ki, (Büyüklerden birine, çeşidli yerlerden gelen tanıdıkları, seni Mekke-i mükerremede gördük ve birlikde hac yapdık. Başkaları da, seni Bağdâdda gördük ve birlikde şöyle şöyle şeyler yapdık derlerdi. Hâlbuki, o kimse, o günlerde evinden çıkmamışdı ve o kimseleri görmemişdi. Acabâ niçin böyle söylüyorlar) derdi. [O kimse mevlânâ Câmî'in kendisi idi.] Her işin doğrusunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Dahâ fazla yazmağa lüzûm yok. Merâk etdiğinizi, dahâ çok anlamak istediğinizi öğrenirsem, inşâallah, dahâ çabuk ve dahâ çok yazarım. Vesselâm.

imam rabbani hazretleri
mektup=216

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bu vesveseler, îmânın olgun olmasındandır

Bu mektûb, molla Sâlih-i Külâbîye yazılmışdır. Vesveselerden şikâyet eden Sahâbîye karşı buyurulan hadîs-i şerîf açıklanmakdadır: Birkaç kişi oturmuşduk. Vesvese ve kuruntu üzerinde konuşuluyordu. Bu arada, bir hadîs-i şerîf okundu. Eshâb-ı kirâmdan birkaçı, kötü düşüncelerden, vesveselerden şikâyet etmişdi. Resûl ?aleyhisselâm" bunlara, (Bu vesveseler, îmânın olgun olmasındandır) buyurmuşdu. Bu hadîs-i şerîfin ma'nâsını düşünürken, hâtırıma şöyle geldi: Îmânın olgun olması, yakînin çok olmasındandır. Yakînin çok olması da, çok yakın olanlardadır. Kalb ve üstündeki latîfeler, Allahü teâlâya ne kadar çok yakın olurlarsa, îmân ve yakîn de çok olur. Bedene bağlılık da, o kadar az olur. Bu zemân, bedene vesveseler çok gelir. Uygun olmıyan vesveseler hâsıl olur. Görülüyor ki, kötü vesveselerin gelmesine sebeb îmânın kâmil olmasıdır. Nihâyetde olanlarda, uygunsuz vesveseler ne kadar çok olursa, îmânlarının o kadar çok olgun olduğunu gösterir. Çünki îmân kâmil olunca, latîfelerin en latîfleri, bedenden o kadar çok sıyrılır. Sıyrıldıkca, bağları gevşedikce, beden boşalır. Bulanmağa, kararmağa başlar. Böylece kötü düşünceler, vesveseler artar. Başlangıçda ve yolda olanlar, böyle değildir. Bunların vesveseleri zararlıdır, zehrdir. Kalb, rûh hastalıklarını artdırır. Bunu iyi anlamak lâzımdır. Bu bilgiler, bu fakîrin ince bilgilerindendir. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere selâmet versin!

imam rabbani hazretleri
(k.s.)