30 Aralık 2009 Çarşamba

cahilin sevgisi

Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir. O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, Kendisi hoş doğanı görünce,tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu.”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış. Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi. Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.

. . .

Yürü çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir. Hal bu ki sen ettiğin hizmeti ona layık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin. Sana onu anmaya, Onu çağırmaya izin verdiler de o yüzden günlüne gurur düştü. Kendini Allah ile konuşur gördün. Halbuki niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer. Gerçi padişah seninle beraber yerde oturur ama sen kendini tanı, haddini bil de daha iyi daha edepli otur!

Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.)
Mesnevi

29 Aralık 2009 Salı

Alem de her şey, bir şeyi cezbeder

Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de. Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta. Allahya şükrolsun ki o zahir olunca can onun hayalinden, kendi hayalini gördü. Kapısının toprağı, gönlümü teşhir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.!

Dedim ki; Eğer güzelsem bu güzelliği onun lütfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler! Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona layık mıyım, değil miyim? O güzeldir, güzelliği sever. Taze bir delikanlı, kart bir ihtiyarı nasıl seçer? Temizler, kimlerindir? Temizlerin. Şu meydandadır: Güzel güzeli sever, güzeli ister. Şunu bil ki güzel güzeli cezbe der. “ Temizler,temizler içindir” ayetini oku!

Alem de her şey, bir şeyi cezbe der. Sıcak sıcağı çeker , soğuk soğuğu. Aslı olmayan, aslı olmayanları çekmektedir, bakilerde bakilerden sarhoş olmakta. Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbe der. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları ister. Gözünü yumdun mu canın kopuyormuş gibi bir eleme, bir ızdıraba düşersin. Gözün, gündüzün nurundan ayrılmaya sabrı yoktur.

. . .

Bir güzel, peşine bir çirkini takarsa onunla alay ediyor demektir. Acaba yüzümü nasıl göreyim? Ne renkteyim ki, gündüz gibi miyim gece gibi mi? Diye can suretimi hayli zamandır arayıp duruyordum. Fakat suretim kimseden görünmüyordu. Nihayet dedim ki ayna neden icadedilmiş, ne güne yarar? Herkes nedir, kimdir, kendisini bilsin diye değil mi? Demirden yapılma ayna suretler içindir. Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir. Can aynası ancak sevgilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan.


Mevlana Celaleddin Rumi(k.s.)
Mesnevi

Amin!

Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkan yok. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet; kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Allah’ya razı olan kardeşlerden ayırma!

Senin ayrılığından daha acı bir şey yok... Sana sığınmazsak sen esirgemezsen işimiz, gücümüz ancak kargaşalıktır. Zaten malımız mülkümüz; malımızın, mülkümüzün yolunu kesmekte... Zaten cismimizi soyup çırçıplak bırakmakta!

Elimiz, ayağımıza kastettikten sonra artık kim, senin lutfun olmadıkça canını kurtarabilir ki? Bu pek büyük tehlikelerden canını kurtarsa bile kurtardığı şey ancak idbar ve tehlike sermayesi kesilir.

Çünkü can, canana ulaşmadıkça ebediyen kördür... ebediyen yaslıdır. Esasen senin inayetin olmazsa can, adeta bir tutsaktır; seninle diri olmayan canı ölü farz et. Sen kullara darılır,kulları kınarsan, Ey Allah hakkındır, yaparsın.

Aya, güneşe kusurlu, nursuz... Servinin boyuna iki büklüm; Feleğe, arşa hor ve aşağı... madene, denize yoksul dersen, Kemaline nispetle yaraşır. Çünkü yokluklara kemal verip onlara eriştirme kudreti ancak senindir. Çünkü sende yokluk ve ihtiyaç yoktur; yokları icat eden, onları ihtiyaçtan kurtaran sensin.

Yetiştiren, yakmayı da bilir; çünkü yırtık söken, dikmeyi de bilir. Her güz; bağı bahçeyi yakıp yandırmakta. Sonra yeniden bahçeleri renklere boyayan kırmızı güllere boyayan kırmızı gülleri yetiştirmektedir.

“ Ey yanıp yakılan, zuhur et, yenilen; tekrar güzelleş, güzel sesli bir hale gel” diye hepsini yeniden yaratır. Nergisin gözü körleşir, o, tekrar açar... Kamışın boğazını keser, sonra yine kendisi tekrar okşar, ondan nağmeler çıkarır. Biz mademki masnu’uz, sani değiliz... Şu halde ancak zebunuz, ancak kanaatkarız.

Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Sen buna lutufta bulunmazsan şeytanız. Sen bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı Şeytandan kurtulduk.

Kim hayattaysa değnekçisi, yol gösteren sensin. Değneğin, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki, ne yapabilir ki? Senden gayrı hoş olsun, hoş olmasın... Her şey, insanı yakar, ateşin aynıdır.

Kim ateşe dayanır, ateşe arka verirse hem Mecusidir, hem zerdüşt! Allah’dan başka her şey batıldır, asılsızdır. Allah'ın ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur.

Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkan yok. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet; kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Allah’ya razı olan kardeşlerden ayırma!

Amin!

Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.)

Can çekişme nedir?

En güzel olan (Güzeller güzeli ) Allah’nın aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir, hatta şeker yemek bile! Can çekişme nedir? Ölüme yaklaşmak, abıhayatı elde edememek. Halkın iki gözü de toprağa ve ölüme saplanmıştır. Abıhayat var mı, yok mu, bunda yüz türlü şüpheler var.

Sen cehdet de bu yüz şüphen de sana düşsün. Geceleyin yürü ,yol al... Uyudun mu gece gitti gider! O gündüzü geceleyin ara; karanlıkları yakan o aklı, kendine kılavuz yap! Kötü renkli gecede çok iyilikler vardır. Abıhayat, karanlıkların eşidir, karanlıktadır.

Böyle yüzlerce gaflet tohumunu ekip durdukça başını uykudan kaldırabilir misiniz? Ölü uyku, ölü lokmaya dost oldu; efendi uyudu, geceleyin iş gören hırsız da hazırlığa koyuldu. Senin düşmanın kimlerdir? Bilmiyorsun.

Ateşten yaratılanlar, topraktan yaratılmışların varlığına düşmandır. Ateş suyun ve oğullarının düşmanıdır. Nitekim su da ateşin canına düşmandır. Suyun ve çocuklarının düşmanı olduğundan su da ateşi öldürür, söndürür. Bütün bunlardan sonra ( şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir, günahın suçun aslı ondadır. Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider. Şehvet ateşi, su ile sakin olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır.

Şehvet ateşine ne çare var? Din nuru. Müminler ;nurunuz kafirlerin ateşini söndürdü. Bu ateşi ne söndürür? Allah nuru. Bu hususta İbrahim’in nurunu kendine usta yap. Ki öd ağacına benzeyen bu cismin, Nemrut gibi olan nefis ateşinden kurtulsun!

Şehvet ateşi yanmakla eksilip bitmez. Yanmakla güzelce eksilir, nihayet yok olur. Bir ateşe odun attıkça o ateş nereden sönecek? Fakat odun atmazsan söner. Çünkü bu çekinme ateşe su serper. Yüzüne, kalplerin haramdan çekinmesinden kızıllık süren kişinin güzel yüzü, hiç ateşten kararır mı?


Mevlana Celaleddin Rumi(k.s.)
Mesnevi

Allah’da mahvol, onun sıfatlarını kazan!

Damarda da kötü yara olursa oraya kötü ilaç konur, eşeğin başına köpeğin dişi layıktır. “Habis olan şeyler habisler içindir” hükmü bir hikmettir. Çirkine münasip olan çirkin eştir. Şu halde sen de hangi eşi dilersen yürü, onu al. Allah’da mahvol, onun sıfatlarını kazan!


Nur istersen nura istidat kazan; Allah’dan uzaklık istersen kendini gör, uzaklaş! Yok, eğer bu harap zindandan kurtulmaya bir yol istersen sevgiliden baş çekme, secde et de yaklaş!



Mevlana Celaleddin Rumi
(k.s.)
Mesnevi

sabahı nasıl ettin?

Peygamber bir sabah Zeyd’e “ Ey temiz ve saf arkadaş, sabahı nasıl ettin? Diye sordu. Zeyd: “ Mümin bir kul olarak” deyince “ İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi. Zeyd dedi ki: “ Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. (onlar beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı.)

Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı. Ezelle ebet birleşti. Fakat akıl, kabiliyetsizliğinden buraya yol bulamaz.” Peygamber “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışınca, bu diyar akıllılarının harcına getirdiğin bir hediye var mı, nerede? Çıkar bakalım!” dedi.

Zeyd dedi ki: “ halk, gökyüzünü nasıl görürse ben de arşı, arştakilerle beraber öyle görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem, şaman önündeki put gibi apaçık ve meydanda. Halkı, değirmende buğdayı arpadan fark edercesine teker ,teker tanıyorum.

Cennetlik kim, yabancı nerede? Bence yılan ve balık gibi ap aşikar. “ Kıyamet günü, bazı yüzler ak olur, bazıları kara...” Sırrı, şimdiden meydana çıktı. Bu halkın bir kısmının yüzü ak, bir kısmının kara.”


MESNEVİ
Mevlana Celaleddin Rumi(k.s.)

28 Aralık 2009 Pazartesi

Ben Allah eliyle cilalanmış bir aynayım.

Ebucehil, Ahmed’i görüp “Beni Haşim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi. Ahmet ona dedi ki: “ Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.” Sıddık görüp “Ey güneş! Ne doğudansın, ne batıdan. Latif bir surette parla, alemi nurlandır” dedi.

Ahmet dedi ki: “Ey aziz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.” Orada bulunanlar “ Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin... “Neden?” diye sordular.

Peygamber “Ben Allah eliyle cilalanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sureti görürler” dedi.

Mevlana Celaleddin Rumi(k.s.)
mesnevi

yağmurun sırrı

Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddıka’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı. Sıddıka’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstünü, sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı. Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.

Peygamber “O sırada başına ne örtmüşsün, baş örtün neydi? Diye sordu. Ayşe senin ridanı başıma örtmüştüm”dedi. Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Allah onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Gayb aleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır. Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “ Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”

Yağmur vardır, alemi beslemek için yağar.Yağmur vardır alemi perişan etmek için yağar. Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.

Tıpkı bunun gibi gayb aleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan. Abdalin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.

Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar. Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgarı ayıplama! Rüzgar, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgarın tesirini candan kabul etti.

Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin. Çünkü bahar rüzgarı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza da öyle tesir eder. Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar “dedi.

Bu hadisi rivayet edenler, zahiri manasını vermişler ve yalnız zahiri manasıyla kanaat etmişlerdir. Onların halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni görmemişlerdir.

Allah’a göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebediliğin ta kendisidir. Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kamil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir.

Binaenaleyh hadisin manası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır. Velilerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme, çünkü o sözler, dininin zahiridir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ( hayatın hadiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın. Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakinin ve kulluğun sermayesidir.

Çünkü can bahçeleri, onun sözleri ile diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur. Eğer gönlün bahçesinden cüzi bir zevk ve hal eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kaplar.

Sıddıka’nın aşkı çoşup edebe riayetle Peygamber’e sordu: “Ey şu varlığın hülasası, vücudun zübdesi! Bu günkü yağmurun hikmeti neydi? Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azametli Allah’nın adaletinden miydi?

Bu yağmur, bahara ait lutuflardan mıydı, yoksa afetlerle dolu güz yağmuru muydu?” Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musibetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.” Eğer Ademoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyadesiyle harabolur, eksikliğe düşer, ( hiçbir şey yapamaz bir hale gelir) di.


Mesneviden

Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri

(ks.)

“Kim, Allah’nın olursa Allah onun olur.”

Kulak ver! Onağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok. Agah ol ki veliler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allah sesinin işidir. Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Allah sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Allah sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin...Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Allah sesi de insana onu verir. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir. Allah ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,

Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin. Sen mademki hayret aleminde “Lillah” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Allah’nın olursa Allah onun olur.”

Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün alemin müşkülleri hallolur.


Mesnevi
Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri
(k.s.)

Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim.

Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mana aleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalcınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulasa) söylediklerimin hepsi vardır, vakıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Allah, sen gel!

Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme! Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.

Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri
(k.s.)
Mesneviden

27 Aralık 2009 Pazar

Allah, her şeye muhittir

Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!

Allah’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz.

Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri
(k.s.)
Mesneviden

Hal güzel bir gelinin cilvesidir

Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara layıktır.

Korkusu olmayana nasıl” korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı. Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Allah’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı. Elçiye makam nedir? Hal neye derler? Anlasın bilsin diye Allah’nın Abdallara gönderdiği lütuf ve ihsanları nakletti.

Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.

Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.

Sufiler içinde hal ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.


Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri
(k.s.)
Mesneviden.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Allahü teâlânın zâtını sevmek

Bu mektûb, meyân hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmışdır. Allahü teâlânın zâtını sevmek ve bu sevgide üzmenin ve sevindirmenin, berâber olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, insanların seyyidi ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" hurmetine, hepimizi yanılmakdan, şaşırmakdan korusun! Seyr ve sülûkdan maksad, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek, ya'nî temizlemekdir. [(Seyr), gitmek, (Sülûk), bir yola, mesleğe girmekdir.] Böylece nefs, aşağı, çirkin isteklerinin sebeb olduğu, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınmakdan kurtulur. Ondan başka, bir ma'bûdu, maksadı kalmaz. Dünyâdan birşey istemediği gibi, âhıretden de, birşey istemez. Evet, âhıreti istemek iyidir, sevâbdır. Fekat, ebrâr için [ya'nî nefslerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefslerini azâbdan korumak ve ni'metlere kavuşdurmak için, ibâdet edene] sevâbdır. Mukarrebler âhıreti istemeği de günâh bilir. Zât-ı ilâhîden başka bir şey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fenâ) hâsıl olmak lâzımdır ve Zât-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır. Bu sevgiye kavuşan, elemlerden, sıkıntılardan da lezzet alır. Ni'metler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, ni'metler gibi tatlı olur. [Allahü teâlânın her işinden, Onun işi olduğu için râzıdırlar. Fekat, günâhlardan, kulun kesbi olmak bakımından râzı değildirler.] Cenneti, Allahü teâlânın râzı olduğu yer olduğundan ve Cenneti istiyenleri sevdiği için, isterler. Cehennemden sakınmaları da, Allahü teâlânın gazab etdiği yer olduğu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatlı geldiği için değildir. Cehennemden kaçınmaları, orada azâb ve sıkıntı olduğu için değildir. Çünki, bu büyükler, sevgilinin yapdığı her şeyi güzel görür. Bunları kendilerinin matlûbu, maksadı bilirler. Sevgilinin her işi, sevgili olur. İşte, tâm ihlâs budur. Yalancı ma'bûdlardan kurtuluş makâmı burasıdır. Kelime-i tevhîdin ma'nâsı, ancak burada hâsıl olur. İsmler ve sıfatlar arada olmaksızın, yalnız Zât-ı ilâhîyi sevmedikçe, bu ni'metler, hiç ele geçemez. Böyle sevgi olmadıkça, tâm Fenâ nasîb olmaz. [Anası çocuğu ne kadar söğse, döğse, çocuk yine döner,anasına sarılır. İnsan da, Rabbine karşı böyle olmalıdır.] Fârisî beytler tercemesi:
Aşk öyle bir ateşdir ki, yanarsa eğer,
ma'şûkdan başka herşeyi yakar, kül eder.
Hakdan gayrıyı katl için, (LÂ) kılıncı çek,
(LÂ) dedikden sonra, birşey kaldı mı bir bak!

(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi,
Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitdi.

Mektubati rabbani
mektup=35

Ben sevginin sevgilisiyim..

Ben sevginin sevgilisiyim, ah bir bilseniz

Sevgi de bizim sevgilimiz ,ah bir anlasanız

Eğer benim niyetimi anlarsanız

Yüce Allah a hamd ediniz

Biliniz , niçin çevremdekiler sözlerimden yüz çevirdiler

Çünkü benim sözlerimi anlamaktan çok uzaktılar onlar.

Fütuhat , 178
İbn Arabi (k.s)

Abdulkadir Geylani Hazretleri, Sirrü`l Esrar Kitabindan.

"Herkim, bazi hikmet tasiyan isleri düsünür, onun bir parçasindan birçok parçalar oldugunu, onlardan dahi nice seyler husule geldigini düsünürse, ki buna tefekkür denir, yaptigi bu tefekkür bir yillik ibadete bedel olur. "

" Allah-ü Teala'nin (CC) sifatina karsi arif olmakta dünya ve ahirette cismin alacagi tad vardir. Ama O'nun (CC) zatina karsi irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacagi haz vardir. "

" Insan, önce ser'i bilgilere (imanin sartlari farz ibadetler gibi)muhtaçtir. Bu ilimle; sifatlar aleminde Hakk Teala'nin (CC) zatina ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonradir ki, batin ilmine sira gelir. Bu ilimle de marifet aleminde Hakk'a (CC) irfanin tam kendisi elde edilir.

Buna erebilmek için, dinin emirlerine uymayan isleri birakmak gerekir. Hatta, tarikat adabina uymayan hatalari da birakmak icab eder. Bu anlatilan halin husulü için de, nefse ve ruha agir ve güçlü gelen vazifeleri yaptirmali. Bunlar yapilirken yalniz Hakk'in (CC) rizasi gözetilmeli. Görsünler veya isitsinler için is yapilmamali. Allah-ü Teala (CC) anlattigimiz hale su Ayet-i Kerime ile isaret eder:

"Her kim, yaradanina kavusmayi diliyorsa yarar is görsün; yaradanina yaptigi ibadete, kimseyi ortak etmesin."

Marifet alemi, seklinde tabir edilen alem; Lahût alemidir. Orasi ise, asli vatandir; ki, yukarida anlatilan kudsî ruhun yaratildigi alemdir. Hakiki insanlik oradadir, ki o hakikat, kalbin özüne emanet olarak kondu. Onun varligi tevbe ve telkinle meydana çikar. Ve; La Ilahe Illallah kelime-i tevhidine devamla kendini açiga vurur.

Kelime-i tevhide önce dille devam edilir. Kalb hayati bulununca da, kalb ile söylenir. "

" O insanligin hakiki yönü; öyle birseydir ki, ona göre, ne cisim, ne de cismani olmak var…

Onun varligi; Hakk'in (CC) zatina karsi bir mahrem teskil etmez. Bunu Peygamber (SAV) Efendimizin su Hadis-i Serifi anlatir:

"Allah (CC) ile öyle bir zamanim olur ki; o anda, ne -Melek'ül mukarreb- Hakk'a (CC)yakin Melek, ne de -Nebi Mürsel- bir Peygamber (SAV) girebilir." "

" O alemi anlatirken Peygamber (SAV) Efendimiz, bir Hadis-i Serifinde söyle buyurur:

"Allah'in (CC) bir cenneti vardir; orada köskler olmaz. Bal lafi edilmez. Süt bulunmaz. Orada yalniz ilahi yüze nazar kilinir."

Bu durumu su Ayet-i Kerime teyid eder:

"Yüzler vardir, tazedir, parlar o günde…"

Bir Hadis-i Serif de, bu hali baska yönden teyid eder:

"Rabbinizi seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksiniz."

O öyle bir alemdir ki, oraya melek veya cismiyet ugrayacak olsa, derhal yanar.

Burada, bir Kudsî Hadis anlatmak yerinde olacaktir:

"Sayet; celâl yüzümden perdeyi aralayacak olsaydim; gözümün aldigi yerlere kadar olan her sey yanardi."

Keza, Cibril'in de (AS) bu hususta Peygamberimize (SAV) bir sözü vardi; onu da zikredelim:

"Bir karinca boyu, öteye geçecek olsam derhal yanarim."

...

ihlas suresi

Bismillahirrahmanirrahim.

1. DE KI: "O, Tek Allah'tir:

2. Allah, Öncesiz ve Sonrasiz, Bütün Evrenin Asil Sebebi.

3. O dogurmamistir, dogurulmamistir;

4. ve hiçbir sey O'na denk tutulamaz.

imam rabbani hazretleri "Allahü teâlâyi hiçbir ân unutmamak"

imam-i rabbani 99.mektub

Bu mektûb, molla Hasen-i Kismîrîye, cevâb olarak yazilmis olup, Allahü teâlâyi hiçbir ân unutmamak nasil olacagi, insanin kendini bilmedigi uyku zemâninda da, Onun unutulmiyacagi bildirilmekdedir:

Kiymetli mektûbunuzu okumakla sereflendik. Bu yolun büyüklerinden ba'zisi ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" Allahü teâlâya her ân âgâh olduklarini ve uyku zemâninda da, her ân, Onu hâtirladiklarini haber vermisdir. Bunun nasil olacagini soruyorsunuz. Kiymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç seyi bildirmek lâzimdir. Kisaca yaziyorum. Dikkatli okuyunuz!

Insanin rûhu, bu gördügümüz cesed ile birlesmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bagli ve mahbûs gibi idi. Fekat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssasi ve kuvveti ona verilmisdir. Bu hâssasi, onu melekden üstün ve serefli yapmisdir. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir seye yaramiyan, karanlik cesed ile birlesdirdi. Rûh isigini, karanlik cesed ile birlesdiren, madde olmiyan, zemânli, mekânli olmiyan rûhu, maddeden yapilan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyükdür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalniz Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün ma'nâsini iyi kavramak lâzimdir. Rûh ile cesed, her bakimdan, birbirinin aksi, ziddi oldugundan, bunlarin bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, rûhu nefse âsik etdi. Bu sevgi, bunlarin bir arada kalmasina sebeb oldu. Kur'ân-i kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanin rûhunu, güzel bir sûretde yaratip, sonra en asagi dereceye indirdik) buyuruldu. Rûhun bu dereceye düsürülmesi ve bu aska tutulmasi, kötülemege benzeyen bir medhdir. Iste rûh, nefse karsi olan bu aski, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdi ve nefse tâbi', esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâlini aldi. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her seyden dahâ latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazindan, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf] oldugundan, madde bile olmadigindan, her ne ile birlesirse onun hâline, sekline ve rengine girer. Kendini unutdugu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanligi ile karardi. Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu, çok acidigi için, Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" gönderip, bu büyükler vâsitasi ile rûhu kendine çagirdi ve ma'sûku, sevgilisi olan nefse uymamasini, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eger, basini kaldirmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrilmamak isterse, yolunu sasirir, se'âdetden uzaklasir. Bu sözümüzden, rûhun, nefsle birlesmis oldugu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almis oldugu anlasildi. Iste rûh, bu hâlde kaldikca, nefsin gafleti, câhilligi, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eger, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan sogur, onun yerine Allahü teâlâyi severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âsik olup, bu ask ile kendinden geçerse, zâhirin, ya'nî nefsin gafleti, cehâleti, bâtina, ya'nî rûha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyi bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasil te'sîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrilmisdir. Zâhirden, bâtina hiçbir sey geçmemisdir. Iste bu vakt, zâhir gafletde iken, bâtin âgâhdir, uyanikdir. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yagi, bâdem çekirdeginde bulundugu müddetce ikisi de ayni birsey gibidir. Yag, posadan ayrilinca, her ikisinin hâssalari baskadir ve her bakimdan ayri iki sey olurlar. Iste, bu hâle yükselmis olan, bir mes'ûd, bir bahtiyâr kimseyi, ba'zan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim oldugu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, serefli varligi vâsitasi ile, âlemi nefslerin karanligindan, cehâletinden kurtarirlar. Böyle mubârek bir kimse, insanlarin arasinda bulunur. Görünüsde herkes gibidir, fekat rûhu hiçbir seye bagli degildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. Istemedigi hâlde, onu bu âleme döndürmüslerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erisen biri, görünüsde, baskalari gibi, Allahü teâlâyi unutmus, mahlûklarin sevgisine tutulmus sanilir. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzememekdedir. Birseyin sevgisine tutulmakla, ondan soguyup, yüz çevirmek arasinda çok fark vardir. Sunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkasi ve sevgisi, kendi ihtiyârinda, elinde degildir. Dünyâya ragbet etmez. Hattâ, Allahü teâlâ, bu alâkayi istemekde ve begenmekdedir. Baskalarinin alâkasi, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarilirlar. Allahü teâlâ bu alâkalarindan râzi degildir, begenmez. Baska bir fark da, baskalari bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyi tanimaga ve sevmege kavusabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olmasi, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçici dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmina kavusur.

Tesavvuf büyükleri, da'vet makâmini, irsâd derecesini, baska baska anlatmislardir. Çoklari, (Halk arasinda, Hak ile olmakdir) dedi. Sözlerin baskalasmasi, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri baska baska oldugu içindir. Herkes, kendi makâmina göre, söylemisdir. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bagdâdînin ?kuddise sirruh", (Nihâyete varmak, baslangica dönmekdir) buyurmasi iste, yukarda bildirdigimiz da'vet makâmina uygun bir ta'rifdir. Çünki, baslangicda, hep mahlûkât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (Iki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i serîfi, kendilerinin Allahü teâlâya olan dâimî baglilik ve uyanikligini bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanik olup, gâfil olmadigini haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" uyumasi, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobani gibi oldugu için, ümmetini bir ân unutmasi, Peygamberlik makâmina uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramiza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i serîfi de, her zemân degil, ba'zandir. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrilmasi îcâb etmez. Çünki, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûklari unutup, tecellîleri aramakda degildir. Ma'sûkun, âsika cilvesi gibi olup, âsik ma'sûkun pesinde degildir. Fârisî beyt tercemesi:

Sûret aynasinda sefer, hareket olmaz,
Çünki onda nûrânî olmiyan sûret olmaz.

Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmis olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadigi hâlde, onu mahlûklar arasina salip, mahlûklarin kurtulmasina, uyandirilmasina sebeb ve vâsita kilarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdisâha çok yakin olan, bir devlet adami gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin islerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmisdir. Sona gelip, geri dönmüs olanlar ile henüz baslangiçda olanlar arasindaki farklardan biri de budur. Çünki, basda olanlar, perdelerin arkasindadir. Geri dönmüs olanlardan ise, perdeler kalkmisdir. Allahü teâlâ size ve dogru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.

iman/vesvese/korku

Hz. Peygamber (sav)'in ashabindan bir kismi ona sordular: "Bazilarimizin aklindan bir kisim vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacagina kaniyiz." Hz. Peygamber (sav): "Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler Evet! deyince: "Iste bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi." Diger bir rivayette: "(Seytanin) hilesini vesveseye dönüstüren Allah'a hamdolsun" demistir. (Müslim'in Ibnu Mes'ud (ra)'dan kaydettigi bir rivayet söyledir: "Dediler ki: "Ey Allah'in Resulü, bazilarimiz içinden öyle sesler isitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayi veya gökten yere atilmayi tercih eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)". Hz. Peygamber (sav): "Hayir bu (korkunuz) gerçek imanin ifadesidir" cevabini verdi.")
s.a.v.

25 Aralık 2009 Cuma

Batıl tevilci, sinek gibidir.

Senin ahvalin bir sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı. İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.
Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “ Şüphe yok ki ben vaktin Anka'sıyım” demişti.

O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp. “ Ben, deniz ve gemi hikayesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanım” dedi.Deniz üstünde salınıp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.O sidik sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte onu olduğu gibi görecek göz nerede? Onun alemi kendi görüşüne göre olur. Gözü bu kadardır, denizi de ona göre!

Batıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.Eğer sinek kendi reyiyle sağlandığı tevilden geçse, baht o sineği hüma yapar. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sürete layık olmayacak derecede yüksek bir zat olur.


Mevlana Hazretleri
(k.s.)

Dünya nedir? Allah’dan gafil olmaktır.

Dünya nedir? Allah’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir. Din yolunda sarf etmek üzere kazandığı mala, Peygamber “ne güzel mal” demiştir.

Suyun gemi içinde olması geminin batmasıdır. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.

Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havası ile doldur, ağzını da bağla mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkar da ısrar eder durur.”


Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri
Mesnevi

24 Aralık 2009 Perşembe

her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider

Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.

Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.

Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

Kâfirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.


Mevlana Hazretleri (k.s.)
mesnevi

Onun sebep yakıcılığına hayranım!

Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
Niceye dek “ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.
O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!


Mevlana Celaleddin Rumi hazretleri
Mesnevi

”onlar uykudadırlar”

Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.

Tanrı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı (gaflete dalıp ârifi anlamadılar).
Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.
Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret âlemine getirir;
Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.


Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.
Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı.
Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.


Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir.
Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?

****

Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
Hissiz, kulaksız, fikirsiz olun ki “İrciî - Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!


Mevlana Celaleddin Rumi
(k.s.)
Mesnevi

şaşılığı bırak fazla görücü olma!

"Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”
Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner."



Mevlana Celaleddin Rumi
(k.s.)

Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.

Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?



Mevlana Celaleddin Rumi
(k.s.)

Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?

Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?
Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.)

23 Aralık 2009 Çarşamba

Sübhânallah

İyi dinle! Allahü teâlâ anlayışını artdırsın! Peygamberimiz ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm", (İki kelime vardır. Söylemesi çok kolaydır. Terâzîde çok ağır gelirler. Allahü teâlâ, bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil-azîm) buyurdu. Çok kısa olduğu için, bunu söylemenin çok kolay olduğu meydândadır. Fekat, terâzîde çok ağır olmaları ve Allahü teâlâya çok sevgili olmaları şöyledir ki, birinci kelimesi, Allahü teâlâyı, Ona yakışmıyan herşeyden ve mahlûkların alâmetlerinden ve yok olmakdan tenzîh ve takdîs etmekdedir. Uzaklaşdırmakdadır. Son kelimesi, bütün kemâl sıfatlarının ve güzel şü'ûnların Onda bulunduğunu bildirmekdedir. Üstünlükler ve ihsânlar sâhibi olduğu gösterilmekdedir. Birinci ve sonuncu kelimeler, istigrâk ile, [ya'nî herşeyi içine alarak] birbirine izâfet edilmiş, bağlanmışdır. Bu iki kelimenin böyle sağlanması, bütün tenzîhlerin ve takdîslerin ve bütün kemâllerin ve cemâllerin Onda bulunduğunu göstermekdedir. Başdaki iki kelime, bütün tenzîhleri ve takdîsleri Ona getirmekde, bütün kemâl ve cemâl sıfatlarının Onda olduğunu bildirmekdedir. Sondaki iki kelime de, bütün tenzîhlerin ve takdîslerin ve azametin ve kibriyânın Onda olduğunu bildirmekdedir. Bu kelimenin bütünü Onda hiçbir noksânlığın bulunmaması, ancak azametinden ve kibriyâsından ileri geldiğini göstermekdedir. Bundan dolayı, bu iki kelime terâzîde çok ağır gelmekde ve Rahmâna çok sevgili olmakdadır.

Bundan başka, tesbîh, ya'nî (Sübhânallah) demek, tevbenin anahtarıdır, hattâ özüdür. Böyle olduğunu, birkaç mektûbumda açıklamışdım. Bunun için, tesbîh etmek günâhların yok olmasına ve kötülüklerin afv olmasına sebeb olur. Bundan dolayı da, terâzîde çok ağır gelir. Hasenât kefesini doldurur. Rahmâna da sevgili olur. Çünki Allahü teâlâ, afv etmeği sever. Bundan başka, tesbîh eden ve hamd eden bir müslimân, Hak teâlâyı, Ona yakışmayan şeylerden uzaklaşdırınca ve kemâl ve cemâl sıfatlarının ancak Onda olduğunu bildirince, kerîm olan, ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın da, o kulu uygunsuz şeylerden uzaklaşdırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur. Errahmân sûresi altmışıncı âyetinde meâlen, (İhsân edene yapılacak karşılık, ancak ihsândır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme de, bu ümmîdi kuvvetlendirmekdedir. Bunun için, bu iki kelime çok okundukca, günâhları yok etmekde, mîzânda çok ağır gelmekdedir. Güzel huyları getirdiği için de, Rahmâna çok sevgili olmakdadır. Vesselâm.

imam rabbani hazretleri
mektub=308

21 Aralık 2009 Pazartesi

Amin!

Cüneyd-i Bağdâdî her zaman şöyle duâ ederdi:


"Allah'ım sana dâimâ ve büyüklüğüne lâyık bir hamdle hamd olsun. Resûlullah efendimize, Ehl-i beytine, Eshâbına, O'nun yardımcılarına hayır duâlar olsun.

Yâ Rabbî! Yerde ve gökte sana itâat edenlere merhamet eyle. Ey kerîm olan Allah'ım! Lütuf ve keremin hürmetine bütün günahlarımızı, hatâ ve kusurlarımızı affeyle. Yaptığımız zulüm ve haksızlıklar sebebiyle olan kul borçlarından bizi kurtar. Kereminle eğriliklerimizi düzelt. Kötülüklerimizi iyiliğe tebdîl eyle.

Ey dilediğini yok ve var eden Allah'ım! Kalan ömrümüzde bizi kötülüklerden koru. Râzı olmadığın, beğenmediğin şeyleri bize çirkin göster, beğendiklerini sevdir. Bizlere râzı olduğun işleri yapmayı nasîb eyle. Vefâtımıza kadar bu hâlimizi dâim eyle. İrâdelerimizi bu hususta kuvvetlendir, niyetlerimizi sağlamlaştır. Bunlar için kalbimizi ıslâh eyle. Uzuvlarımızı bu işlere sevkeyle. Bizi muvaffak kıl ve işlerimizde yardım eyle.

Yâ Rabbî! Bize senden utanmayı, beğendiğin her söze koşmayı ihsân eyle. Seçtiklerine, sevdiklerine nasîb ettiğin, beğendiğin işleri yapma ve seni devamlı anma hâlini, sırf senin için yapılan amellerin en güzelini yapmayı ömrümüzün sonuna kadar devâm etmeyi nasîb eyle. Ölümümüzü iyi eyle. Ölümü bize ikram, ihsân, sana yakınlık ve sevinç eyle; pişmanlık, üzüntü eyleme. Kabirlerimize neşe ve sevinç ile girmek nasîb eyle. Kabirlerimizi Cennet bahçeleri ve rahmetinin indiği yerler eyle. Orada bizi korkudan emin eyle. Dirilteceğin güne kadar bizi emin ve kalpleri huzurlu olanlardan eyle.

Ey mahlûkâtı, geleceğinden şüphe olmayan günde toplayacak olan Allah'ım! Bizim o günden aslâ şüphemiz yoktur. O günün korkularından emin kıl ve sıkıntılarından kurtar. O günün büyük sıkıntısını bizden kaldır. Bizi Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunanların arasına kat.

Allah'ım! Hesâbımızı kolay eyle. Lütfunla kereminle muâmele eyle. Bize amel defterimizi sağ tarafımızdan ver. Sıratı çabuk geçen ve gıbta edilenlerden eyle. Tartı gününde sevâbımızı ağır kıl. Cehennem'in sesini bize işittirme. Cehennem'den ve Cehennem'e yaklaştıracak işlerden ve sözlerden kurtar. Lütuf ve kereminle bizi Cennet'te kendilerine ihsânda bulunduğun peygamber, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler ile berâber eyle. Onlarla arkadaş olmak ne güzel.

Yâ Rabbî! Orada bizi, babalarımız, annelerimiz, yakınlarımız ve çoluk çocuğumuzla en güzel bir hâlde berâber bulundur. Dünyâda iken bizimle ülfetleri, yakınlıkları olanları da bize kat. Onları umduklarına kavuştur. Dilediklerinden fazlasını ver. Dünyâdan îmânla ayrılan bütün mümin erkek ve kadınlara rahmetinle muâmele eyle. Onlardan hayatta olanların günahlarını affeyle, tövbelerini kabûl eyle. Zulüm ve haksızlığa uğrayanlara yardım et. Hastalarına şifâ ver. Bize ve onlara nasûh tövbe etmek nasîb et. Çünkü sen, çok ihsân sâhibisin ve her şeye kâdirsin.

Yâ Rabbî! Senin yolunda cihâd edenlere yardım eyle. Hem idâreciyi hem de idâre edileni ıslâh eyle. Müslümanların işlerini üzerine alanlara, müslümanlara karşı şefkat ve merhamet nasîb et.

Yâ Rabbî! Sözlerimi birleştir. Bizden fitneyi gider. Belâlardan kurtar. Bize müslümanlar arasında ihtilaf gösterme. Bizleri sana yaklaştıran şeylerde birleştir.

Yâ Rabbî! Bizi aziz kıl, zelîl kılma. Bizi, senin rızâna götüren dünyâ ve âhiret işlerinde birleştir. Bu ancak senin yardımınla olur.

Yâ Rabbî! Bize, senden korkmayı, sana tâzim ve hürmeti, sevdiklerine lütfettiğin mârifet ve nîmetlerini bize ihsân ve bunları devamlı eyle.

Yâ Rabbî! Bedenlerimize, bütün kardeşlerimize, bizden sonra gelecek çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza, sıhhat ve âfiyet ihsân eyle. Bu âfiyeti diğer bütün mümin erkek ve kadınlara da ver."

Amin!

Cüneydi Bağdadi hazretlerinin (k.s.) Duası

Cüneydi Bagdadi Hazretlerinin (k.s.), kendisinden dua isteyen kimseye yaptığu duası;

"Allahü Teâlâ senin kalbini dağınık etmesin. Seni¸ kendisinden alıkoyan her şeyden kurtarsın. Kendisine kavuşturan şeylere kavuştursun. Seni mâsivâdan (kendisinden başka şeylerden) kurtarıp¸ kendisiyle meşgul eylesin. Sana kendisiyle berâber olmaya lâyık bir edep ihsân eylesin. Kalbinden¸ râzı olmadığı¸ beğenmediği şeyleri çıkarıp¸ kendi rızâsını koysun. Seni kendisine ulaştıran yola kavuştursun."

Amin..

20 Aralık 2009 Pazar

illahu

“Ey bizim canımıza can olan (Allah)!

Varlıklarımızı, fâni sûretle gösteren vücûd-i mutlak sensin.

Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir.

Varlığımız senin îcadındır.

Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden.

Biz dağ gibiyiz, bizdeki sadâ senden.

Nimetlerini ve ihsanlarını bizden esirgeme!

Ey Allah'ım! Yüz binlerce tuzak ve yem var

Bizler de aç kalmış haris kuşlar gibiyiz.

Her birimiz birer doğan bile olsak,

Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz.

Sen bizi hep tuzaktan kurtarıyorsun

Biz yine bir tuzağa doğru gidiyoruz.

Bize, bizim işlerimize bakma

Kendi büyüklüğüne, kendi cömertliğine bak!

Sen bize bu isteği, karşılıksız verdin

Hadsiz, hesapsız ihsanlarda bulundun.

Ezelde bağışladığın şu irfan damlasını, denizlerine ulaştır.

Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver.

Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma.

Sen yardım etmezsen, işimiz gücümüz ancak kargaşalıktır.

Kötü kazaları üstümüzden esirge

Bizi sana razı olan kardeşlerden ayırma !”
Amin..



Hz. Mevlâna (k.s)

ilmi ledün

-"Bu ilmi elde etmenin, bütün malumatları ve bütün
âlemi zihinden atmaktan ve boş bir kalple Allah ile oturmaktan,
ilahi huzur, murakabe, sekine ve kalben "Allah" ismini
zikretmekten, kendisini Allah'ı bilmeye ulaştıracak herhangi
bir delile bakmamaktan başka yolu yoktur. Kapıdan ayrılmadığı,
durmadan zikirle kapıyı çaldığı -ki bu da Allah'ın
kendi katından verdiği bir rahmettir- zaman, Hak müşahede
yoluyla onun talimini üstlenir, Hızır ve benzeri Allah ehlinin
talimini üstlendiği gibi. Kendisiyle Allah arasında olan özel
bir yöntemle ona katından bir ilim öğretir. Ve bu yönteme
ondan başkası muttali olamaz. Allah bizimle onun arasını
açık hale getirmişti. Ben de bundan ayrılmadım ve rahat
ettim. Böyle bir ilme sahip olduğunu iddia eden kimsenin,
doğru söylediğinin alameti şeriatın adabına eksiksiz bağlı
kalması ve günahı, şeriata muhalefet olarak görmesidir.
Eğer bundan farklı bir tutum içinde ise, bu kimse, özel bilgilenme
yönteminin ehli değildir. Bilakis o, Allah'ın önem
vermediği bir kimsedir."

Muhyiddin ibn Arabi hazretleri(k.s.)

Ey Oğul!

Ey Oğul!.
Yaptığın amellerde ki kasdın nereyedir? Sen Hakkın nezdinde takdim ettiklerinden başkasını bulamazsın. Halbuki sen bütün menzilleri bildin. Ya tam bir kul veya noksan bir kul. İşte bu tilâveti güzelce tefekkür et. Hayatının bütün safhalarında o tilâveti kendi nefsine uygula!.
Billahi, Lillâhî, Mallâhi, Fillahi, İlâllâhi ve Anillâhî hareket et. Hep
tâyin edilen bu sınır üzere ol!
Bütün hareketlerinde Billahi, Lillâhî, Mallâhi, Fillâhî, İlâllâhi ve
Aniliâhî olmaya gayret göster!
Şimdi bu kelimelerin mânâlarını izah edelim ki Murid kendi nefsini
hangi mertebede olduğunu gözetebilirsin.
Billâhî; Hakkın kulun yaptığı bütün işleri üstlenmesi,
Lillâhî; kulun işlediği herşeyi yalnız Allah için yapması,
Mallâhî; müşâhade ve murakabe de hep Allah ile olduğunun
şuurunda olmak,
Fillâhî; Allah'ın sanat eserlerini tefekkür etmek,
İllallah!; yalnız Allah'a yönelmek ve Onu kasd etmek,
Anillâhî; sadece Allah'a karşı mükellef bulunmak.
işte Ey Oğul!.. Hakk'ça okuman böyle olmalı.
«(Zira O) gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir.» (Tahâ Sûresi,
Âyet:7)
Onun razı olmadığı bir ameli sende müşâhâde etmesin.
Ey Oğul!. Senin fiilini de, âlemde olup biten herşeyi icâd eden faili
hakîki 'O'dur. Böyle olmasına rağmen, Hakka karşı hep edebini takın
ve hazret-i ilâhinin iktiza ettiği tâ'zîm ve saygıda kusur etmemeye
gayret sarf et.
Bil ki; Ey Oğul!.
İnsanların işledikleri fiillerin tamamını Allah Subhânehû yarattı. O fiilleri Mahmud ve Mazmum olmak üzere ikiye ayrıdı. Mahmud ilâhî övgüye mazhar olan fiillerdir. Mazmum da ilâhî yermeye müstehâk olan fiillerdir. Öyle ise bulunduğun an içinde işlemekte olduğun amellere bak, eğer o amel mazmum ise, bil ki sen o anda gazaba uğramışlardansın. Ve Allah'a yönelerek nasuh tövbe et. Eğer işlemek arzusunda olduğun amel Mahmud ise, bil ki sen Mahbub'sun ve buna şükürle mukabelede bulun.
Ey Oğul!.
Hakkın razı olmadığı bir amel işlemek işlediğinde kendi nefsine zem etmek ve taksirlikte bulunmakla sorgula. Zira sen böyle davranmakla Hakk tarafından mükâfatlandırılırsın. Bilâkis bu davranış Tevhidin de hakikâtidir. Zira edebli olmayı gerektirmeyen Tevhîd Tevhîd değildir. Eğer kusurların senden türediğini görmezsen, o kusurlardan dolayı nefsini yadırgamazsan ve işlemiş olduğun o
kötülüklerden pişman olmazsan senin tevben sahih değildir. Tevbe etmediğin
zaman da sen Mahbub olamazsın. Ve bu hakikâtlerden de dünyada ne de âhırette sana hiçbir fâide vermez.
Ey Oğul!.
Okumakla tâbir ettiğimiz fiilîn Billâhî Mertebesiyle sudur ederse, sen Mahv sahibi müşahade edicisin. Fiilin Ma'llâhi Mertebesiyle zahîr olursa sen hâl sahîbi muridsin. Fiilin Fillâhî mertebesiyle mevcûd olursa, sen İsbât sahibisin. Fiilin İllâllahi Mertebesiyle vaki olursa, Himmet sahibi Arifsin.
Bu makamları Allah Subhânehû bize ve sizlere müyesser kılsın.
Hepimizi bütün afatlardan muhafaza eylesin. AMİN.

Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri(k.s.)

18 Aralık 2009 Cuma

Abdülkadir Geylani'nin(k.s.) Salatü Selamı

Abdülkadir Geylani'nin(k.s.) Salatü Selamı:


ALLAHümme salli ala MUHAMMEDin seyyidil kevkeyni vessekaleyni vel ferikayni. Ceddil Hasani vel Hüseyni. Mahbubi Rabbil maşrikayni vel mağribeyni. El maksudu vel matlubu bi kabe kavseyni, el mütecelli tettecileynillezi, kale lehü el vahidül ahadu: Ya nure nuri ve ya sırre sırrı ve ya hazaine ma'rifeti, efdeytü mülki aleyke ya MUHAMMEDu min ledünnil arşi ila tahtil ardine küllühüm yetlübüne rizai ve ene etlubu rızake sallALLAHu ala seyyidina MUHAMMEDin ve ala ali MUHAMMEDin vel hamdülillahi Rabbil alemin.

(Salatü selam, iki alemin efendisi, bütün kainatın öncüsü, Hasan ve Hüseyin'in dedesi üzerine olsun. Şark ile garbın Rabbının sevgilisi, kabe kavseyn'e çağrılan, tek olan ALLAH'ın tecellisine mazhar olan, yüce ALLAH'ın kendisine: Ey nurumun nuru ve sırrımın sırrı, ey benim bilgi hazinem, mülkümü sana feda ettim, ya MUHAMMED. Arşı aladan yerin altına kadar olanlar benim rızamı ister, ben ise seni isterim, dediği üzerine olsun. ALLAH'ın salat ve selamı Efendimiz MUHAMMED ve O'nun ali üzerine olsun. Alemlerin Rabbi olan ALLAH'a hamdolsun.)

17 Aralık 2009 Perşembe

Ey Allah’ın kulu, Allah’a iyi sarıl!

İbn-i Abbas şöyle diyor:

- Birgün ben Rasulallah’ın ardındaydım, yürüyorduk. Bana döndü ve:

- Ey Allah’ın kulu, Allah’a iyi sarıl, onu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan Hak da seni esirger. Bu duyguyu taşıdığın müddet Allah'ı’ kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan, ondan iste. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak şeyler de olur. Bütün insanlar bir araya gelse, ilâhi bir hüküm yoksa, sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse, bütün insanlar sana zarar vermeğe gelseler yapamazlar. Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmağa çalış. Yapmamağa gayret et. Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki, yardım sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık vardır.

Futuhu'l GAYB
Pir Geylani HAzretleri(k.s.)

Sen'den kalbimi marifetinin Nuru ile diriltmeni istiyorum

"Ya Hayy Ya Kayyum, ey gökleri ve yeri yaratan, celal ve ikram sahibi Allahım, Senden başka ilah yoktur. Sen'den kalbimi marifetinin Nuru ile diriltmeni istiyorum. Ey Allahım, Ey Allahım! Rahmetinle bana merhamet et, ey merhametlilerin en merhametlisi."

Amin..

Muhammed bin Ali et-Tirmizi (k.s.) duası


İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri(k.s.)
ilahi isimler

16 Aralık 2009 Çarşamba

Allahım! Asla uyumayan aynınla bizi koru.

Allahım!Asla uyumayan aynınla bizi koru.
Yok olmayan desteğinle bizi himaye et.
Üzerimizdeki kudretinle bize merhamet et.
Sen bizim güvencemiz ve ümidimiz olduğun sürece helak olmayız.
Amin!

ibrahim bin Edhem hazretlerinin duası
(k.s.)


İsmail Hakkı Bursevi(k.s.)
ilahi isimler

HİKMET-İ KADERİYYE

Bil ki, “kazâ” denilen şey, Allah’ın şeylerdeki hükmüdür. Ve Allah’ın şeylerdeki hükmü; şeylere ilişkin ve şeylerdeki ilmiyle sınırlıdır. Ve Allah’ın şeylerdeki ilmi de, bu bilinen şeylerin [eşyâ-yı ma’lûme] nefslerinde değişmez olarak bulundukları halden Hakk’a verdikleri ilimle sınırlıdır.

Kader, şeyler kendi aynlarında ve nefslerinde ne üzere değişmez iseler, (ilahi) hükmün buna göre fazlalık olmaksızın zamansal olarak verilmesidir. Ve ilahi kazâ, şeyler üzerine ancak şeyler ile hükmeder. Ve bu kader sırrının ta kendisidir. Ve bunu bilmek, (zuhur mahallerinde Hakk’ı) müşahede ederek, (hissî ve aklî zuhur mahallerinde Hak ile dönüşüme uğrayan bir) kalbi olan ve kulak veren kimseye özgüdür. Ve apaçık delil Allah’ındır. Böyle olunca, Hüküm Verici, gerçekte hüküm verilenin ayn’ına uyarlık içerisinde hüküm verir — hüküm verilenin zatı neyi gerektiriyorsa o şekilde hükmeder. Hükmolunan, kendisinde olan şeyle Hüküm Verici’nin nasıl hüküm vereceğine ilişkin hüküm vericidir. İmdi, hüküm verme
konumunda olan, (hüküm verdiği şeyin zatının ve hakikatının gerektirdiğine göre hüküm verdiğinden dolayı) hüküm verdiği şeyle ve hüküm verdiği şeyde hükmolunandır.

İmdi, bu meseleyi iyice anla! Çünkü kader sırrı, ancak zuhurunun yeğinliğinden dolayı bilinmez oldu. Ve nebiler kader sırrını bilmeyi çok istedikleri ve bu konudaısrarlı davrandıkları halde, bu kader sırrı bilinmez olarak kaldı.

Bil ki, resuller –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– evliya ve arif olmaları
dolayısıyla değil, resul olmaları dolayısıyla, ümmetlerinin bulundukları hal
mertebesi üzeredirler. Bundandır ki, resullerde kendilerine bildirilen ilim, ancak artıksız ve eksiksiz olarak ümmetlerinin gereksindiği kadar vardır. Ve ümmetler arasında üstünlük derecelenmesi sözkonusudur. Kimi ümmetler, kimi ümmetlerden daha fazlasına sahiptir. Resuller de –ümmetlerin arasındaki üstünlük derecelenmesi dolayısıyla– resullük ilminde [ilm-i irsal] biri diğerinden daha üstündür. Buna ilişkin olarak Allahu Teala şöyle buyurur: “Resullerin bazısını bazısından üstün kıldık”[Bakara Suresi, 2/253]. Ve yine resullerin, kendi zatları gereğince ilimlere ve
hükümlere olan istidadları dolayısıyla, kendi aralarında üstünlük derecelenmesi sözkonusudur. Ve Allahu Teala buna ilişkin olarak şöyle buyurur: “Nebilerin bazısını bazısından üstün kıldık” [İsra Suresi, 17/55].

Ve Hak Teala, yaratılışa ilişkin olarak şöyle buyurdu: “Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi” [Nahl Suresi, 16/71]. Ve rızık bir yanıyla ilim gibi ruhani ve bir yanıyla da yiyecek gibi duyumsaldır. Ve Hak Teala rızkı bilinen kader [kader-i malum] (yani, bir şeyin istidadının gerektirmesiyle bu şey hakkında kazâ olunan hüküm) ile indirir — ve “bilinen kader” denilen şey, yaratılmış olanların [halk] talep
ettiği istihkaktır — ve “O, her şeye halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50]. İmdi Hak Teala, bir şey için ne dilemişse [meşiyyet] o kadar rızk indirir. Ve O, bildiği şey ölçüsünce ve hükmettiği şey yoluyla diler. Ve önceden dediğimiz gibi, Hak Teala bilinen’i [malum] ancak bu bilinen’in kendi nefsinden Hakk’a verdiği kadarıyla bildi. İmdi, zamanlama [tevkît], asıl itibarıyla, bilinen (yani, istidadıyla bu zamanlamayı talep eden bilinen-değişmez-ayn) içindir. Ve ilim, irade ve meşiyyet kadere tabidir.

Böyle olunca, kader sırrı, ilimlerin en üstünlerinden ve en büyüklerinden biridir ve Allahu Teala bu ilmi ancak eksiksiz marifete eriştirdiği kimse için anlaşılır kılar. Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye hem büyük bir rahatlık, hem de elemli bir azap verir. Dolayısıyla kader ilmi, bu ilme sahip olan kişiye birbiriyle çelişen iki şey verir. Ve bundandır ki, Hak Teala Kendi nefsini gazab ve rıza ile nitelendirdi. Ve böylelikle İlahi İsimler birbirlerine karşıt oldu. Böyle olunca, mutlak varlıkta ve kayıtlı varlıkta tek bir hakikat (yani, kader sırrı) hükmeder; ve (bu kader sırrının) hükmü geçişli [müteaddi] ve geçişsiz olarak genel olduğundan (yani, bütün şeyleri
kapsadığından), bundan (yani, kader sırrının hakikatından) daha kusursuz, daha güçlü ve büyük bir şeyin olması olanaksızdır.

ibn arabi hazretleri (k.s.)
FUSUSUL HİKEM

(İctibâ) yolu /(İnâbe) yolu

Bu yolun sâliklerinden birçoğu, güc riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek, zıllerden bir zılle kavuşdukları zemân, güc riyâzetler ve ağır mücâhedelerle aranılana kavuşulur diyorlar. Bundan dahâ kısa, başka bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşdurduğunu bilmiyorlar. Allahü teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçdiği kulunu bu yolla kavuşdurur. Onun için bu yola (İctibâ) yolu denir. Onların seçdikleri ve mücâhede çekdikleri yola (İnâbe) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar pekazdır. İctibâ yolundan kavuşanlar pek çokdur. Peygamberlerin hepsi ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât", İctibâ yolundan gitdiler. Peygamberlerin Eshâbı da, onlara uydukları için, vâris olarak, ictibâ yolu ile vâsıl oldular. İctibâ yolunda riyâzetler çekmek, kavuşmak ni'metine şükr etmek içindir. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimize birisi sordu: (Geçmişdeki ve gelecekdeki günâhlarınızın hepsi afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar riyâzetler çekiyorsunuz?) Cevâbında: (Şükr edici kul olmayayım mı?) buyurdu. İnâbet yolunda gidenlerin mücâhedeleri ise, kavuşabilmek içindir. Aralarındaki farkı düşününüz! (İctibâ yolu), çekip götürmek yoludur. (İnâbet yolu) ise, gitmek yoludur. Götürmek ile gitmek arasındaki fark, pek büyükdür. Çabuk çekerler ve çok uzaklara kavuşdururlar. Yavaş giderler ve yolda kalırlar. Behâüddîn-i Buhârî ?kuddise sirruh" hazretleri, (Biz ihsân olunmuşlardanız!) buyurdu. Evet, ihsân edilmemiş olsa, başkalarının nihâyeti, bunların bidâyetinde nasıl yerleşdirilmiş olur? Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.

Yine sözümüze dönelim. Bu fakîr, yüksek hocama ?kuddise sirruhümâ" yazdığım mektûblardan birinde, bütün istediklerim ortadan kalkmışdır. Fekat, isteğin kendisi dahâ yerindedir, demişdim. Bir zemân sonra, bu isteğin de, istenilen şeyler gibi yok olduğunu bildirmişdim. Hak teâlâ, Peygamberlerine vâris yapmakla şereflendirince ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" irâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olduğunu anladım. İrâdenin kendisi yok olmamışdı. İrâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olması için önce kendisinin yok olması lâzım gelmez. Çok olur ki, yalnız Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile öyle şeylere kavuşulur ki, uğraşmakla ve sıkıntılar çekmekle, bunun onda biri elde edilemez.

imam rabbani hazretleri (k.s.)
mektup 302 den.

Asla kavuşdukdan sonra

Yavrum! Aşk feryâdları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîlerde, zıllerin görünmesinde hâsıl olur. Asla kavuşdukdan sonra, bunların hiçbiri olamaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Bundan başka olan zevkli ve şevkli şeyler burada yokdur. Tesavvufculardan çoğu, böyle şeyleri muhabbet sanmışlardır.

imam rabbani hazretleri
(k.s.)
mektup 302 den.

Hak teâlânın sıfatlarının basît olduğu

Alemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun! Allahü teâlâ, seni se'âdet-i ebediyyeye kavuşdursun! Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz. Tâm basîtdirler. Hiç değişmezler. Meselâ, ilm sıfatı, hiç değişmez. Yayılmış, basîtdir. Önceki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar bilinenler ilm sıfatının bir yayılması ile bilinmekdedirler. Kudret sıfatı da, olgun, genişdir. Herşey bu sıfatla var olmakdadır. Kelâm sıfatı da basîtdir, yayılmışdır, hiç değişmez. Ezelden ebede kadar, bu bir kelâmla söyleyicidir. Sekiz sıfatın hepsi böyledir. İlm sıfatının bilinen şeylere, kudret sıfatının yaratılmış ve yaratılacak şeylere bağlantıları çok ise de, bu sıfatlarda çokluk ve değişiklik yokdur. Hak teâlâ, herşeyi bilir ve herşeye gücü yeter. Fekat ilm ve kudret sıfatlarının hiçbirşeye, hiçbir ilişiği yokdur. Akl, bunu düşünemez ve anlıyamaz. Yalnız akla uyanlar, felsefeciler, böyle şey olamaz derler. Hak teâlâ herşeyi bilsin. Fekat, Onun ilmi hiçbirşeye bağlanmasın. Bunun gibi, herşeye gücü yetsin. Fekat, kudretin hiçbirşeye ilişiği olmasın. Böyle şey olamaz derler. Bunlar bilmiyorlar mı ki, ezel ve ebed o mertebede, bir aradadır. Ân denecek zemânın bile orada yeri yokdur. O mâkama en yakîn ve en uygun ân kelimesinden başka birşey olmadığı için ân denilir. Ezeldeki ve ebeddeki varlıkların hepsi, o bir ânda vardır. Yok olanlar da, o bir ânda yokdur. O bir ânda bir kimseyi hem yok olarak, hem var olarak, hem dünyâya gelmeden önceki hâlini, hem çocukluğunu, hem gençliğini, hem ihtiyârlığını, hem diriliğini, hem ölülüğünü, hem kabrde, hem haşrda, hem Cennetlerde olarak bilir. O ânın bu varlıklarla hiçbir ilgisi yokdur. Eğer bir ilgisi olursa, ânlıkdan çıkar. Uzun zemân olur. Geçmiş zemân ve gelecek zemân ayrılır. Bu varlıklar, o bir ânda, hem vardırlar, hem yokdurlar. Tâm basît, değişmez bir yayılmadır ki, bu varlıklardan hiçbiri ile bağlılığı yokdur. Bilinen şeylerin hepsi, ilm sıfatının bir yayılması ile bilinmekdedir. Bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünki zıd olan, ters olan şeyler, bu makâmda ve bir zemânda, bir arada bulunmakdadırlar. O makâmda zemân yokdur. Zemânda da değişiklik yokdur ki, zemân denilsin. Bir kimse bir kelimeyi bir ânda hem ism olarak, hem fi'l olarak, hem geçmiş zemân, hem gelecek zemân olarak düşünebilir. Bunları bir ânda bir arada görüyorum der. Kelimenin çeşidli ve ters hâllerini bir arada gördüğüm gibi, kelimenin bunların hiçbiri ile ilgisi yokdur derse, akla uyanlar, felsefeciler buna karşı birşey diyemezler. Benzetmek gibi olmasın, bizim sözümüze niçin karşı geliyorlar? İnanmakda niçin duraklıyorlar? Kimseden böyle birşey işitmedik derlerse, kimsenin söylememesi, olamaz demek değildir. Söylenilen, işitilen sözlere uymıyan, onları değişdiren birşey de değildir. Sonsuz varlık mertebesine uygun olmıyan bir şey de değildir. fârisî mısra' tercemesi:

Karpuzun Ebû Cehl karpuzu ile ne ilgisi var?

imam rabbani hazretleri(k.s.)
mektup=296

Bu âdem dedikleri, el ayakla, baş değil

Bu âdem dedikleri, el ayakla, baş değil,
âdem rûha denilir, surat ile kaş değil.

Beden et ve deridir, rûh bunun serveridir.
Hakkın kudret sırrıdır, rûhsuz kalıp hoş değil.

Âdem gerek, su gibi, temizlenip arına,
harâmlardan kaçınır, nefsi de serkeş değil.

Âdemdedir emânet, ondadır ilmü hikmet.
Hakkın katında âdem, dâneyi haşhaş değil.

Âdem olan iyi bil, çalışır hep ay ve yıl,
rûh gıdâsı ilimdir, ekmek ve kumaş değil.

...

Görmek makâmı

(Nazar ber Kadem) demek, bu yolda yükselirken, adımdan dahâ ileriye bakmamak ve adım atmadan önce yükselmemek demek değildir. Çünki, büyüklerimiz böyle yapmamışdır. Adımdan ileriye bakmak ve adımını, bakdığı yere atmak demekdir. Çünki, yüksek mertebelere çıkmak, önce bakmakla, bundan sonra adımını atmakla olur. Bakılan yere basınca, dahâ yukarıya bakılır. Sonra adım da oraya atılır. Bundan sonra, dahâ yükseğe bakılır. Böylece ilerlenir. Eğer, adım atılamıyacak yere bakmamalıdır denilirse, bu da doğru olmaz. Çünki adım atılacak yer bitdikden sonra, dahâ yükseğe bakılmazsa, yüksek mertebelerden çoğuna varılamaz. Demek istiyoruz ki, ayak basılacak yerlerin sonu, sâlikin yaradılışına uygun olan mertebelere kadar değildir. Sâlikin yaradılışında varabileceği makâm, zıllinde bulunduğu Peygamberin yaradılışında olan makâmın sonuna kadardır. Fekat adım atabileceği yerlere kendiliğinden varabilir. İkinci makâmlara, Peygambere uymakla varabilir. Yaradılışına uygun olan makâmdan ileriye adım atamaz. Fekat, ilerisini görebilir. Görüşü ne kadar keskin olursa olsun, zılli üzerinde bulunduğu Peygamberin gördüğü makâma kadar görebilir ?alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Çünki, Peygambere uyanların büyükleri, Peygamberlerin kemâllerinin hepsinden pay alır. Fekat kendi kendine varabileceği ve Peygambere uymakla kavuşabileceği mertebelere kadar, ayak ve görüş birlikde ilerler. Bundan sonra, adım atamaz. Görüşü yalnız olarak ilerliyerek, Peygamberin görebileceği mertebelerin sonuna kadar yükselir. Görülüyor ki, Peygamberlerin görüşleri de, adımlarından dahâ yukarı çıkmakdadır ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Bunlara uyanların büyükleri de, bu büyüklerin gördüğü makâmları görebilirler. Peygamberlerin ayak basdıkları makâmlardan pay aldıkları gibi, gördükleri makâmlardan da pay alırlar. Peygamberlerin sonuncusunun ?aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ayak basdığı en son makâmın üstünde (Görmek makâmı) vardır. Bu makâm başkalarına âhıret için söz verilmişdir. Başkalarına veresiye olan, Ona peşin olmuşdur ?aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Ona uyanların yükseklerine bu makâmdan da pay vardır. Fekat bunlar için tam görmek yokdur.

imam rabbani hazretleri (k.s.)
mektup 295 den.

dua

210. Ey yüce Tanrı, önce bendeki bu çekiliş ve yükselip geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz, sakindi Yarabbi. Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni tereddütsüz bir hale getir. Medet ey feryada yetişen Tanrım, sen beni dertlere müptelâ etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler bile kadınlara döner. Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol bağışla, on yol verme bana. Sırtı yaralı arık bir deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı.

215. Arkamdaki bu mahfe, gâh ağır gelip beni bu yana çekmede, gâh öbür tarafa yanlayıp beni o yana sürüklemede. Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin bahçelerini göreyim. Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak cömertlik bahçesinde yayılayım. Sağıma, soluma yatıp uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım. Ey din Tanrısı, sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin döndürmenle.

hz mevlana

14 Aralık 2009 Pazartesi

el Müheymin (c.c.)

El Müheymin (c.c.)

el Müheymin, kendi katinda ve mülkünde herseyi kendisine ait ve üzerinde bulundugu hersey ile gören-adil kimse demektir.
el Müheymin, gizliyi ve acigi bilen, sükrü ve sikayeti isiten, zarar ve sIkintiyi giderendir.
Bu makami gören kimse, kendi halini gözetir, vakitlerini muhafaza eder, nefeslerini sayar.

Bilinmelidirki:

Haklar, Haklik mertebesi ile halklik mertebesi arasinda gider gelir. Varlik mertebelerinden her bir ayn`nin bir hakki ve bir görevi vardir. Her hak sahibininde
kendi hakkina bakan, bu hakkin eksiklik ve artisini gözlemleyen birisi olmasi gerekir.

Kuskusuzki, Allahin kullari üzerinde bir takim haklari vardir, bunlar, yüce katina yarasir tarzda tazim, emrine uyma ve ibadet gibi haklardir. Buna karsin kullarinda, Hakkin kendi nefsine vacip kildigi keremine karsilik Allah üzerinde bazi haklari vardir.

Buna göre; Hakkin kullari üzerindeki haklari, itaatlerde emirlerine uymak, yasaklarindan sakinmak, kullarin hakki ise derecelerin meydana gelmesidir.

Bu noktada Hakka ait olanlar, "Zati", buna karsin kul icin olanlar ise vadidir.
Allahu Teala söyle buyurmustur; "Sizinle ahit yaptigimda benim ahdimi yerine getiriniz." Bakara 40

Bu baglamda, kulun haklari konusunda görüs bildirenler, farkli düsünceler ileri sürmüslerdir.
Bazilari bunlarin Hakkin ihsanindan oldugunu ileri sürmüslerdir, cünkü Allahu Teala söyle buyurmustur: "Rabbimiz kendi üzerine rahmeti yazmistir."Enam 54
Kuskusuzki Allah, kendisini en iyi bilendir ve O, kendisini de kullarina "seriat"yaptigi hükümlerin altina dahil etmistir.

Bu baglamda Allahu Teala, haram hakkinda söyle buyurmustur: "Kendime zulmü haram kildim." Mekruhluk hakkinda ise; "..Kerih görürüm.O kullari icin küfre
razi olmaz." Zümer 7. Mubahlik hakkinda söyle buyurmustur: "Yaptiginiz herhangi bir hayri inkar etmiyecegiz."ibrahim 19.

Binaenaleyh Hak, isin kendisinden onlara yönelik olmasi icin, kullarin seriat diye gönderdigi her hüküm ile kendisini nitelemistir.Cünkü hüküm Rab ile merbub arasinda
gider gelir ve Rab`dan merbubuna yansir.

Nitekim ehli kesfin bilgisinde meselenin böyle oldugu sabit olmustur.

Buna göre her iki tarafinda sahitligi, elde edilen seyin bir acidan lehte, bir acidan aleyhte olmasidir.Binaenaleyh her varlik, yaratanin kemali üzerinde bulunmakla bir sahittir.
Yaratanda herseye yaratma eylemiyle sahittir.

Su halde, meydana gelen sey, sahidin aynidir; bunun nedeni, akislerin birlesmesi ve hakikat ile ayakta durmaktir.

Sadreddin Konevi Hazretleri(k.s.)
Esma-i Hüsna Serhi

12 Aralık 2009 Cumartesi

Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar

Allah, kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.

Zümer-36

Allah, buyurmuştur ki: İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilâhdır. Onun için yalnız benden korkun.

Nahl-51

10 Aralık 2009 Perşembe

harikalar/kerametler/istidraç

Hârikaların ve kerâmetlerin çok olması, dahâ üstün olmağı bildirmez. Hiç hârikası görülmeyen bir Velî, hârikaları ve kerâmetleri çok görülen bir Velîden dahâ üstün olabilir. Sühreverdî, (Avârif) kitâbında, Evliyânın hârikalarını ve kerâmetlerini anlatdıkdan sonra buyuruyor ki, (Bunların hepsi Allahü teâlânın ihsânlarıdır. Dilediğine ihsân eder. Fekat bunlardan hiçbiri verilmeyen bir Velî, bunların hepsinden dahâ üstün olabilir. Çünki, hârikalar ve kerâmetler yakîni, güveni artdırmak içindir. Kendisine yakîn ihsân edilmiş olanın, kerâmetlere ihtiyâcı kalmaz. Bu kerâmetlerin hepsi, kalbin zikre alışması ni'metinden dahâ aşağıdır). Hârikaların çok görünmesini üstünlük bilmek, hazret-i Alînin iyi ve üstün hâllerini görerek onu hazret-i Ebû Bekrden dahâ üstün bilmeğe benzer. Çünki, onda bu kadar üstün ve iyi hâller görülmemişdir ?radıyallahü anhümâ".

Kıymetli kardeşim! Hârikalar, kerâmetler, ikiye ayrılır: Birincisi, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına ve işlerine âid olan bilgiler ve ma'rifetlerdir. Bunlar akl ile, düşünce ile elde edilemez. Seçdiği kullara ihsân eder. İkincisi, mahlûkların şekllerini keşf etmek, madde âlemindeki gaybleri bulmakdır. Birinci kerâmetler, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. İkincisi, doğru yolda olana da, bozuk yolda olana da verilir. Çünki, istidrâc sâhibi olan kâfirlerde de, ikinci hârikalar görülmekdedir. Kerâmetlerin, hârikaların birincisine, Allahü teâlâ şeref ve kıymet vermişdir. Bunları yalnız sevdiklerine ihsân eder. Düşmanlarını bunlara ortak etmez. Câhiller, hârikaların ikincisine kıymet verirler. Onları üstün ve yüksek görürler. Bunları kâfirlerde bile görünce, kalın kafalı oldukları için, onlara nerede ise, tapınacak olurlar. Onların iyi ve kötü her isteklerine boyun eğerler. Bu ahmaklar, belki de, hârikaların birincisini hârika bilmezler ve kerâmet saymazlar. Hârika deyince, yalnız ikincisini anlarlar. Kerâmet deyince, yalnız mahlûkların, madde âleminin bilinmesini, gayblerden haber verilmesini sanırlar. Mahlûkların bilinen veyâ bilinmeyen hâllerinden haber vermenin ne kıymeti ve hangi şerefi olabilir? Bunların bilinmemesi, bilinmesinden belki dahâ uygundur. Mahlûkların hâllerini, inceliklerini unutmak, belki dahâ yakışık alır. Şerefli ve kıymetli olan ve saygı göstermeğe, üstün görmeğe lâyık olan, uygun olan ancak Allahü teâlânın ma'rifetidir. Fârisî beyt tercemesi:

Melek yüzünü örtmüş, şeytân naz yapıyor:
Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor.

Şeyh-ül-islâm Hirevî vel-imâm-ül-Ensârî Abdüllah ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" hazretlerinin, (Menâzil-üs-sâyirîn) kitâbında ve buna kendi yapdığı şerhinde buyuruyor ki: Tecribe ile anladım ki, ma'rifet sâhibi olanların firâseti Allahü teâlâya yarayan kimselerle, Ona yaramıyan kimseleri ayırmakdır. Allahü teâlâyı zikr edenleri ve (Cem' makâmı)na kavuşanların yaradılışlarındaki uygunluğu anlamakdır. Ma'rifet sâhiblerinin firâseti budur. Açlıkla ve insanlardan kaçarak çile odasında yalnız yaşamakla nefslerini temizleyenlerin, fekat Hak teâlâya yaklaşmıyanların firâsetleri cismleri, maddeleri keşf etmek, mahlûkların gayblerini haber vermekdir. Bunlar, yalnız mahlûklardan haber verir. Çünki, Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. Ma'rifet sâhibleri ise, Allahü teâlâdan kendilerine gelen ma'rifetlere kavuşurlar. Hep Allahü teâlâdan haber verirler. İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan kesilmiş olduklarından ve hep dünyâyı düşündükleri için, maddeleri keşf edenlere, mahlûklardan bilmediklerini haber verenlere kıymet verirler. Onları büyük bilirler. Onları Evliyâ ve Allahü teâlânın seçilmiş kulları sanırlar. Hakîkatden haber verenlere dönüp bakmazlar. Bunların Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmazlar. (Bunlar, dedikleri gibi Evliyâ olsalardı, bizim hâllerimizden ve mahlûkların hâllerinden haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmiyen kimse, bundan dahâ yüksek olan şeyleri nasıl bilir?) derler, bu bozuk ölçüleri ile Evliyâya inanmazlar, doğru sözü görmezler ve işitmezler. Allahü teâlânın, bu büyükleri, câhillerin gözünden korumuş olduğunu, onları kendisine ayırmış olduğunu, onları kendisinden başkaları ile olmağa bırakmadığını bilmezler. Bunlar mahlûkların hâllerine dönüp baksalardı, Hak teâlâ ile olmağa yakışmazlardı. Böyle Hak adamlarından birinin maddelerin, cismlerin hâllerine az bir bakışla, başkalarının anlıyamadığı şeyleri firâsetle anladıklarını biz çok gördük. Bunların firâseti Hak teâlâya olan ve Onun yakînliğine olan firâsetdir. Nefslerini temizleyenlerin mahlûklara olan firâseti, Hak teâlâyı ve Ona yakın olan şeyleri anlıyamaz. Bu firâset müslimânlarda olduğu gibi, hıristiyanlarda, yehûdîlerde ve başka milletlerde de vardır. Çünki, Allahü teâlâ buna kıymet vermez. Uygun olan kimselere verir. [Bu ikisini birbirine karışdırmamak için kâfirlerin firâsetine (İstidrâc) denir.]


imam rabbani hazretleri
(k.s.)
mektup 293 den

Yâ Rabbî! Bana, doğru îmân ve sonu küfr olmıyan yakîn ihsân eyle!

Yâ Rabbî! Bana, doğru îmân ve sonu küfr olmıyan yakîn ihsân eyle!

Amin.

Efendimiz (s.a.v.)

mektubatı rabbani

keşf yolu/hakikat/düşünce erbabı

Öncekilerden ve kelamcılardan kuramcı ve düşünce erbabı olanların, nefs ve nefsin mahiyeti hakkındaki sözlerine gelince: Bunlardan nefsin hakikatine erişmiş olan yoktur. Ve düşünsel kurgulama hiçbir zaman marifete götürmez. İmdi, düşünsel kurgulama yoluyla, nefsin hakikatini bilmeyi isteyen kişi, şişmeyi semizlik sanır ve ateşsiz odunu üfler. Hiç kuşkusuz bunlar, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş ve batıl olduğu halde, iyi işler yaptıklarını sananlardır. İmdi, bir işi uygun düşenden
(yani, keşf yolundan) başka bir yoldan isteyen kişi, o işin hakikatine erişmek konusunda başarılı olamaz.


ibn arabi hazretleri
(k.s.)
FÜSUS-UL HİKEM

Dil kalbin aynasıdır

(Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, rûhun aynasıdır. Rûh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Bilinmiyen hakîkatler, bilinmiyen zâtdan çıkıp, bu uzun yollardan geçerek, dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaradılışlı olanların kulaklarına gelir
Ubeydullahi Ahrar Hazretleri


mektubatı Rabbani
mektup 290 dan.

tecelli-i Zati ve tecelli-i Sıfat

O Serverin "aleyhissalâtü vesselâm" izinde gidenlerin büyükleri, Ona uydukları için, Onun için olan Tecellî-i zâtîden pay alırlar. Başka Peygamberlere ise "alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" Tecellî-i sıfât vardır. Tecellî-i zât, Tecellî-i sıfâtdan dahâ şereflidir. Fekat, şunu da bilmelidir ki, Peygamberlere "alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" Tecellî-i sıfâtda, kurb mertebeleri hâsıl olmakdadır. Bu ümmetin büyüklerine, Tecellî-i zâtdan bir pay düşdüğü hâlde, bu mertebeler hâsıl olmaz. Bunun benzeri şöyledir ki, bir kimse, güneşe âşık olarak, güneşe doğru yükselse ve yaklaşsa, güneşle arasında ince bir perdeden başka uzaklık kalmasa, başka birisi de, güneşi çok sevse, fekat ona yaklaşmasa, güneşle arasında hiçbir perde olmasa, birincinin güneşe dahâ yakın olduğu ve onun üstünlüğünü dahâ iyi anlıyacağı meydândadır. Dahâ yakın olan ve ma'rifeti dahâ çok olan, elbette dahâ üstündür. Bunun içindir ki, ümmetlerin en hayrlısı olan bu ümmetin Evliyâsından hiçbiri "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" Peygamberleri "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" en üstün ise de, hiçbir Peygamberin derecesine yetişemez. Bu Velîye, kendi Peygamberini en üstün yapan üstünlüklerden, Ona uyduğu için, verilmiş ise de, Peygamberler, her bakımdan üstündürler. Evliyâ, artık toplayıcıdırlar. Sözümüz burada temâm oldu. Bundan dolayı ve bütün ni'metlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve hepsine ve mukarreb meleklere ve Sıddîklara ve şehîdlere ve sâlihlere salât ve selâm olsun!

imam rabbani hazretleri
(k.s.)
mektup 287 den.

Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yokdur. Nasıldır denilemez. Âdemin rûhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin rûhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratdı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, rûh da mekânsızdır. Rûh da madde değildir. Rûhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişikdir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkda durdurmakdadır. Bedenin her zerresini diri tutan rûhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkda durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni rûh vâsıtası ile diri tutmakdadır. İnsana gelen her feyz, önce rûha gelir. Rûhdan bedene yayılır. Rûh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmekdedir. Hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat mü'min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mü'min kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Mü'minin kalbi denildi. Çünki kâmil, olgun mü'minlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüşdür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmışdır. Onlar gibi olmuşdur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmışdır. Anlaşılacak hâle gelmişdir. Anlaşılamıyanı yerleşdirmek gücü kalmamışdır. A'râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan dahâ sapıkdır) buyuruldu. Tesavvuf büyükleri arasında ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" kalbinin geniş olduğunu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fekat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan rûha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki dahâ da küçükdür. Şunu da söyleriz ki, mü'minin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuşdur. Arş, içindekilerle birlikde, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâdis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, rûh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmağa yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.

İnsan kendine çok zulm etdi. Varlığından ve kendi ile birlikde var olanlardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyamadı. Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamakdır. Bilmediğini söylemek, bilmekdir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımakdır.

imam rabbani hazretleri
(k.s.)
mektup 287 den.

Amin!

Allah, Muhammed ve al-i Muhammed hakkı için bizi dünya ve ahirette onun
ilimlerinden faydalandırsın. Hamdolsun Allah'a, uygun kılmasının güzelliğinden
dolayı. O'ndan diliyorum; Yoluna salik olmayı nasip etmesini,
Bu yolu tah-kik ehli biri olarak kat etmemi ilham etmesini,
Yolunu tasdik etmekten dolayı huzura ermiş mutmain bir kalp bahşetmesini,
Önce geçmesini sağlayan özelliklerle donattığı aydınlık bir akıl vermesini,
Şereflendirmesinin makamına huzur veren bir sururla koşmayı, Cehaletten
uzaklığın mutmainliğini yaşayan bir nefis, fikrin kıvılcım ve şuleleriyle
parlayan bir anlayış,Fethin pınarından ve halis şarabından zahir olan bir sır,
Neşenin genişliği ve enginliğiyle açılmış bir lisan vermesini,
Fani dünyanın çekici süslerinden ve zevk veren cazibesinden beri, yüksek bir
düşünce bahşetmesini, Kevnin batışında ve doğuşunda varlığın sırrını gözlemleyen
bir basiret nasip etmesini, Huzur rüzgarının arındırması neticesi her türlü bozukluktan
beri duyular vermesini, Noksanlığın taşkınlığından ve tatbikinden uzak tertemiz bir
fıtrat vermesini, Şeriatın egemenliğine ve güvencelerine uyan bir huy,
Toplayıp ayırmaya elverişli bir vakit bahşetmesini...Salât ve selam Muhammed'e
al-i Muhammed'e ve grubuna, Ondan sonraki halifelere ve yolunu izleyen tabîlerine,
Selam ve esenlik onların üzerine. Bil ki, varlıktan ve şühuddan murat Allah'tır
ve amaç da O'dur. Ne inkar var ne de rat. O, bana yeter ve O ne güzel vekildir.

Abdullah Muhyiddin İbn.Arabi (k.s.)

9 Aralık 2009 Çarşamba

..Secde Etmenin yüceliği..

...Dağların da üstündeki yüce zirvelere olan teceliyat-ı ilâhiyeye bir bak!.
Bil ki!..
O görenlerin, daima nazarları o zirvelerdeki tecelliyata olur.
Alçalmada yücelik olmasaydı, yüzlerimiz, görüneni gözler ile aramakla alçalmazdı...

İşte bundan dolayı Allah bize, secde etmemizi emr etti...

İbn-i arabi hazretleri

Öyleyse namazın rütbesinin yüceliğine ve namaz kılanı nereye götürdüğüne bir bak!

Kendi iç alemine ve kendisiyle birlikte namaz kılan meleklere imamlık ettiğinde –ki sahih bir hadiste belirtildiğine göre, namaz kılan kişinin arkasında melekler namaza durduklarından, namaz kılan herkes imamdır– bu kişi için resul rütbesi hasıl olur ve bu rütbe Allah’ın vekili olmaktır [niyabet]. “Semi Allahu limen hamideh” (Allah hamdedeni işitir) dediğinde, kendi nefsine ve arkasındaki meleklere, Allah’ın işitmiş olduğunu haber verir ve kendisiyle birlikte orada bulunanlar, “Rabbena ve lekel hamd” (Ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur) karşılığını verirler. Çünkü hiç kuşkusuz Allahu Teala, kulunun diliyle, “Semi Allahu limen hamideh” buyurmuştur. Öyleyse namazın rütbesinin yüceliğine ve namaz kılanı nereye götürdüğüne bir bak!

İbn-i Arabi hazretleri

8 Aralık 2009 Salı

dua

Allah'ım, bizi bela ile deneme. Bize belasız yakınlık ver. Bize yakınlık ve lütuf ihsan eyle! Ateş afetini göstermeden yakınlığını nasip eyle. Şayet afet mukadderse, bizi semender (ateş içinde yaşayan bir kuş) gibi kıl. O ateşle beyazlanır, yanmaz; bilakis rahat eder. Bela hâlimizi, İbrahim'in (a.s) ateşine çevir. Ona yaptığın gibi, bize verdiğin ateş de olsa, içinde yeşillikler olsun. Bizi bütün varlıktan müstağni eyle. İbrahim Peygamber’i de öyle eylemiştin. Bize ülfetini ver ve bizi onu esirgediğin gibi esirge. Âmin!


Geylani Hazretleri
(k.s.)

7 Aralık 2009 Pazartesi

en yüksek âlimler cahiller gibi

...

Mahlûkların vücûdü var demekde, câhiller en yüksek âlimler gibidir dedik. Başka birçok yerlerde de onlar gibidirler. Bunun içindir ki, Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" birçok işleri câhiller gibi yapmakdadırlar. Herkes ile ve çoluk çocukları ile, onlar gibi yaşarlar. İnsanların en iyisinin ?aleyhissalâtü vesselâm" çoluk çocuğuna karşı güzel işlerini herkes bilir. Meselâ birgün, insanların en iyisi ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyni öpdüler. Onlarla sevinçli ve güler yüzlü vakt geçirdiler. Orada bulunanlardan birisi, (Yâ Resûlallah! Onbir oğlum var. Şimdiye kadar hiçbirisini öpmedim) dedi. Peygamberimiz ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" buyurdu ki, (Bu merhametdir. Kullarından dilediğine ihsân eder). En yüksek olanlar, birçok işlerinde câhillere benzemekdedir. Bu benzeyiş, her ne kadar görünüşde ise de, câhiller, işin iç yüzünü anlıyamadıklarından, o büyüklerden fâidelenemiyorlar. O büyükleri kendileri gibi sanıyorlar. Kendilerine benzemiyenlere bakıyorlar. Onları büyük biliyorlar. Evliyânın ahlâkı ve işleri kendilerine benzemediği için onları, huyları, işleri ve sözleri kendilerine benziyenlerden dahâ üstün sanıyorlar. Kendilerine benziyen ahlâk ve işler, Peygamberlerde bulunsa bile, onları dahâ üstün biliyorlar. İşitdiğimize göre, şeyh Ferîdeddîn-i Şekergenç ?rahmetullahi aleyh" hazretlerinin çocuklarından biri ölünce, bunu haber aldığı zemân, hiç üzülmedi. (Bir köpek yavrusu ölmüşdür, dışarı atınız!) dedi. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın oğlu İbrâhîm vefât edince, yanına gelip ağladı ve çok üzüldü ve (Yâ İbrâhîm! Senin ayrılığınla çok üzüntüdeyiz) buyurdu. Üzüldüklerini çok çok bildirdiler. Şimdi düşünelim! Şeyh Ferîdeddîn mi dahâ üstündür, yoksa Seyyid-ül-beşer mi? Câhiller, hayvan gibi olduğundan, şeyhin işini dahâ üstün görürler. Onun dünyâya bağlı olmadığını anlarlar. Resûlullahın ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" işini ve sözlerini dünyâya bağlılık sanırlar. Bu kötü inanışlarından Allahü teâlâya sığınırız! Bu dünyâ imtihân, deneme yeridir. Câhilleri en yükseklere benzetmenin çok fâideleri ve sebebleri vardır. (Allahümme erinelhakka hakkan verzuknâ ittibâ'ahu ve erinel bâtıla bâtılan verzuknâ ictinâbehu bi-hurmeti Seyyidil-beşer ?aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ"). Ya'nî, (Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymağı bize nasîb et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasîb et! İnsanların en üstünü hurmetine bu düâmızı kabûl buyur!). amin

Yine sözümüze dönelim. Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve onların Eshâbının ve Eshâbın izinde giden Evliyânın ?rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în" îmânları, önce şühûdî iken, insanları Allahü teâlâya çağırmak için geriye döndükden sonra, gaybî olmuşdur. Şuna benzer ki, bir kimse gündüz, güneşi görür. Güneşin vücûdüne îmân-ı şühûdî ile inanır. Gece olunca, bu îmân-ı şühûdîsi, îmân-ı gaybî olur. Âlimlerin îmânı, gaybî ise de, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vettehıyyât" izinde gitdikleri için bu îmân-ı gaybîleri, vicdânî ve anlayışlı olmuşdur. Nazârî, teorik olmakdan kurtulmuşdur. Âlim deyince, âhıret bilgilerine âlim olan kimse anlaşılmalıdır. Dünyâ âlimleri anlaşılmamalıdır. Çünki dünyâ âlimleri, bütün mü'minler gibidir. Bütün mü'minlerde bulunan gaybden îmânın çok dereceleri vardır. Bu îmânın en yüksek derecesi, Peygamberlere ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" uymakla hâsıl olan îmândır. Ya'nî, Allahü teâlâ şöyle buyurdu ve Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem" böyle buyurdu diyerek öğrenilen îmândır.
..

imam rabbani hazretleri
k.s.
mektup 272 den..

sohbet nimeti

Kardeşim hâce Muhammed Tâhir ile gönderdiğiniz mektûb geldi. Râbıtanın hâsıl olması büyük bir ni'metdir. Uzakda iken de bağlılığın tâm olduğunu göstermekdedir. Buluşuncaya kadar, gönüllerin bir olmasını sağlayınız! Bununla berâber, buluşmağa çalışınız. Çünki ni'metin hepsi, ancak bir arada olunca ele geçer. Veysel Karânî ?rahmetullahi aleyh" gönlü olduğu hâlde, yanında olmadığı için, yanında olanlardan en aşağıdakinin derecesine yükselemedi. Bunun için de, onun dağ kadar altın sadaka vermesi, bir avuç arpa sadakalarının sevâbı gibi olamadı. Hiçbir şeref, sohbet şerefi gibi olamaz! Vesselâm

imam rabbai hazretleri
k.s.

6 Aralık 2009 Pazar

Salavat Okumak.

Süfyân-ı Sevrî (k.s)den:

Kâbe-i Muazzamayı tavaf ediyordum. O esnâda bir kimseyi gördüm. Her adımda salavât-ı şerîfe getiriyordu. Merakla kendisine sordum:

Niçin sâdece salavât-ı şerife okuyorsun? Her makâmın bir duâsı vardır. Başka duâ bilmiyor musun?

O kimse bana dönerek şunları anlattı:

Babamla beraber, Hac niyetiyle yola çıkmıştık. Gelirken, babam yolda vefât etti. Yüzü siyah, gözleri gök, başı hınzır başına dönmüş, kendisini çok korkunç bir hâl almıştı. Ben, mahcup olmaktan korktuğum için, durumu kimseye söyleyemedim. Mahzun ve mükedder olarak babamım yüzünü örttüm. Bir müddet sonra gecenin sessizliği ortalığı kaplamıştı.

Üzerimdeki hayret ve dehşet hiç geçmemişti. Bir taraftan yolculuğun verdiği yorgunluk, bir taraftan başıma gelen bu sıkıntı, beni iyice yormuştu. Gayr-i ihtiyârî uykunun kollarına bırakmıştım kendimi.

Çok geçmemişti ki, rüyâ mıydı gerçek miydi, bilemedim. Çadırı beyaz elbiseleri içerisinde nûrânî bir zat şereflendirdi.

Birden etrâfı çok güzel bir koku kapladı. O güne kadar ondan daha güzelini koklamamıştım. İzzet ve vakarla gelip, babamın başı ucuna oturdu. Yüzünden perdeyi kaldırarak, mübârek elini babamın yüzüne sürdü. İçerideki matemin yerini sürûr, zulmetin yerini ise nûr almıştı.

Gözlerimi, o zâtın mübârek yüzünden başka bir tarafa çeviremiyordum. Bir ara gözüm babamın yüzüne ilişti. Gördüklerim hayretimi daha da artırdı. Babamın yüzü eskisinden daha güzel görünüyordu.

O mübârek zât, babamın yanından aynı vakârla kalkıp ayrılacakken; hemen minnet ve şükran ifâdeleriyle:

Siz kimsiniz, beni ve babamı bu gurbet elinde, bu büyük belâdan kurtardınız" diyerek eteğine sarıldım.

Ben Sâhib-i Kurân Muhammed Mustafâyım. Senin baban günahkâr biriydi. Ama, benim üzerime salavât-ı şerîfe getirmeyi de hiç ihmâl etmezdi. Babanın bu hâlini, her gün okuduğu salavât-ı şerîfeyi bana getiren melek haber verdi, dedi ve gözden kayboldu.

Uykudan uyandım. Rüyâda hissettiğim güzel koku çadırın içindeydi. İlk işim korku ve merakla babamın yüzünü açmak oldu. Perdeyi kaldırdığımda gözleri sürmelenmiş, yüzü nurlanmış, içindeki sürûr yüzüne aksetmiş olduğu hâlde babamı görünce, göz yaşlarıma hâkim olamadım. Ve o günden sonra ahdettim. Devamlı olaraksalavâtı şerîfe ile meşgul oldum. (Mecmaul-Âdâb, 38)

4 Aralık 2009 Cuma

bâtılın hak ile karışması

Bu mektûb, mîr seyyid Bâkır-i Sârenpûrîye yazılmışdır. En sonda hayret ve cehâlete varmak lâzım olduğu, keşf ve kerâmetlere güvenilmemesi lâzım olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâmlar olsun! Aşırı sevginizi ve kavuşmak istediğinizi bildiren kıymetli mektûbunuz gelerek bizleri çok sevindirdi. İşinize bakınız! İsmleri ve sıfatları düşünmeksizin, Zât-i teâlânın ismini çok zikr ediniz! O makâmdan câhil ve anlamakdan şaşkın oluncıya kadar, bu mubârek ismi zikr ediniz! Çünki zikr ederken, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları düşünülürse, çok olur ki, hâller hâsıl olur. Mevâcidin zuhûr etmesine sebeb olur. Hâllerde ve mevâcidde yanlışlıklar olduğu çok görülmüşdür. Burada, bâtılın hak ile karışdığı çok vâkı' olmuşdur. Bu günlerde, başka yerde bulunan şeyhlerden biri, bu fakîre mektûb yazarak hâlini bildirdi. Dedi ki, Fenâ hâli beni öyle kapladı ki, her neye baksam, hiçbirşey göremem. Yere, göke baksam, hiç göremem. Arşı, Kürsîyi de bulamam. Kendimi düşünsem hiç bulamam. Birinin yanına gitsem, onu da bulamam. Allahü teâlâ sonsuzdur. Onun sonunu kimse bulamamışdır. Tesavvuf büyükleri ?rahmetullahi aleyhim", bu hâlimi kemâl olarak bildirmişlerdi. Sen de, bunu kemâl biliyorsan, Allahü teâlâya kavuşmak için senin yanına gelmekliğime lüzûm yok. Eğer sen, başka birşeyi kemâl biliyorsan bana yaz!

Fakîr, ona şöyle cevâb yazdım: Bu hâller, kalbin değişiklikleridir. Kalb, bu yolun dahâ birinci basamağıdır. Bu hâller bulunan kimse, kalbin dahâ dörtde birini geçmişdir. Kalbin geri kalan üç parçasını geçmesi lâzımdır. Bundan sonra, ikinci basamak olan rûha sıra gelir. Bu mektûbdan bir zemân sonra, bu fakîrden tarîkat dersi alarak memleketine gitmiş olan, sevdiklerimizden birisi, birgün yanımıza gelip, hâsıl olan hâllerini anlatdı. Hâli, o mektûbu yazan şeyhin hâline benziyordu. Hattâ bu, o makâmda, ondan birkaç adım dahâ ilerde idi. Bunun hâline teveccüh olundukda, onun bu Fenâsı, hava maddesinde idi. Hava, her boşlukda bulunduğu için, onun gördüğü hep hava idi. Bunu, sonsuz olan Allahü teâlâ sanmışdı. Allahü teâlâ, böyle şeylerden münezzehdir. Onu ikinci olarak çağırarak hâlini araşdırdığımda, havadan başka hiçbir şeye tutulmuş olmadığını iyi anladım. Böyle olduğunu kendine de bildirdim. O da, vicdânına danışdığında, havadan başka hiçbir kazancı olmadığını kendisi de anladı. O hâllerinden tevbe ve istigfâr eyledi. İlerlemeğe çalışdı.

Kalb, Âlem-i halk ile Âlem-i ervâh arasında bir vâsıtadır. Bu her iki âleme de benziyen tarafları vardır. Sanki kalbin yarısı Âlem-i halkdan, yarısı da Âlem-i ervâhdan gibidir. Âlem-i halkdan olan yarısının da yarısı hava olur. Buna göre kalbin dörtde biri hava olur. Bu son bildirdiğimiz de, birinci cevâba uygun olmakdadır. Bundan fazla yazacak zemân olmadı. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâm olsun! [(Âlem-i halk) madde âlemi demekdir. Çünki halk, ölçmek ma'nâsına da kullanılır].

imam Rabbani Hazretleri
mektup=264

Kutb-i irşâd

Kutb-i irşâd, kemâlât-ı ferdiyyeye de mâlikdir. Çokaz bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyânûs gibi, [çok kuvvetli radyo dalgaları gibi] bütün dünyâyı sarmışdır. O deryâ, sanki buz tutmuşdur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, bu kimse, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veyâ onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. Ozât ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" bu kimsenin zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yokdur. Fâidesi çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar.

Mektubat-ı Rabbani

nafileler/farzlar

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşdurur. Farzları yapmak ise, asla ulaşdırır. Ancak, farzları temâmlıyan nâfileler [meselâ, farz nemâzlardan önce ve sonra kılınan sünnetler], asla kavuşdurmağa yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. İşte, farzları yapmak, Âlem-i halka uygun oldu ki, asla götürür. Bütün farzlar asla yaklaşdırırlar ise de, farzların en üstünü, en yükseği nemâzdır. (Nemâz, mü'minin mi'râcıdır) ve (Kulun, Rabbine en yakın olduğu zemânı, nemâzda olduğu zemândır!) hadîs-i şerîfleri bunu haber vermekdedir. (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim vardır ki...) hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin en kıymetli zemânları, bu fakîre göre, nemâzdaki zemânıdır. Günâhları örten nemâzdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmakdan koruyan, nemâzdır. Resûlullahın ?sallallahü aleyhi ve sellem" (Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!) buyurarak, râhatlandırılmak istediği şey nemâzdır. Dînin direği, nemâzdır. Müslimânlık ile, kâfirliği birbirinden ayıran nemâzdır.

imam Rabbani Hazretleri
Mektup 260 dan..

Mirat-ül İrfan ( İbnü'l Arabi )

Mirat-ül İrfan ( İbnü'l Arabi )


Hamd Allah'a aittir...

Şu sebepten:
O'nun vahdaniyetine gölge düşürecek bir KABL ; yani EVVEL yoktu.
Çünkü KABL ; yani EVVEL, o idi.
Keza bir BAAD de ; yani : Onun zatına ve sıfatına leke sürecek bir BAAD; yani SON da yoktu..
Çünkü son dahi o idi..
Aynı şekilde onu , bir evveliyet ile tavsif etmek mümkün olamaz . Keza ; onu bir baadiyet ; yani : son ile de tavsif etmek mümkün değildir.

Ve.. ne üst ; ne de alt.. Bu vasıflar da onun şanına yakışmaz.
Onun zatı için: Bir yakınlık düşünülemez. Uzaklık da öyle. Hele bir şekil.. asla!..

Ondan , bir zaman mefhumu ile haber sormak da imkansızdır.
Hasıl-ı kelam : Onun için ne vaktin , ne zamanların , ne yerin , ne altın , ne de üstün , ne de onunla beraber bir mevcudun varlığı düşünülebilir.

Onu istiab edecek ; yani : içine alacak ve barındıracak bir mekan da düşünülemez..

Evet.. O , yukarıda anlatıldığı gibi idi . El'an ; yani , şu anda dahi öyledir .
Yüce Allah , öyle bir varlık idi ki: Onunla beraber bir şey yok idi..
El'an : yani , şu anda dahi öyledir .
Yani : VAHİD..Yani Birinci.. Ama sayı ve hesap ile değil..

Yüce Allah , zatında ve sıfatında münferittir.. Ama , bir ferdaniyet mefhumunu düşündürecek belirti olmadan..
O , isim ve müsemmadan terkib edilip bir araya gelmiş de değildir .
Çünkü : isim de müsemma da odur..
İsim onun gayrına mal edilemez.. Çünkü : Onun gayrı diye bir şey yoktur . İşbu sebepten : isim de müsemma da odur..
Evvel odur. Amma bu evveliyet için bir başlangıç düşünülemez..
Keza ahir de odur . Ama bu ahir için bir bitiş tevehhüm eylenmesin.. Yani : Bitiş diye bir şey
yoktur..

Aynı şekilde zahir de odur . Ama şöyle veya böyle ; diye bir zuhur vasfını tabir de mümkün değildir .
Keza batın da odur . Yani : Gizli . Ne var ki ; bu gizliliği de anlatmak için herhangi bir vasfa büründürmek mümkün değildir.
Taayyünatın , yani : Herhangi bir şeyin kendi başına oluşu ve başkasına benzeyiş şekillerinin tümü odur.

Varlığın ilk harfi , keza odur . Yani Varlığın başlangıcı .
Keza sırrın başlangıcı da ona varır..

Aynı şekilde ahirin , yani : Sonun harfi de yine odur.. Onunla başlar . Yani : Onun baş harfi ile..
Böylece ahirin de sırrı o olmuş olur .

ZAHİR harflerinin tüm varlığı onunladır . Yani : Onun ismidir . İsmi ise , onun zatına çıkar .
BATIN harlerinin varlığı da onunla vücud buldu . Çünkü bu da onun bir ismidir.. Sıfatıdır..
Hasıl-ı kelam : Evvel , ahir , zahir , batın yoktur ; ancak , o vardır .
Şunu da unutmamalı ki ; sayılan harflerin hiç biri onun varlığına kayıp gitmemiştir.
Keza , onun varlığı da bu harflere kayıp gelmemiştir .
Ne gelmek vardır ; ne de gitmek .
Bütün bu manaları , anlattığımız şekli ile anla ki : Hululiye mezhebinin düştükleri hataya düşmeyesin

O , eşyalardan her hangi bir şeyde olamaz . Aynı şekilde , herhangi bir şey de onda değildir .
Yani : ne bir giriş var ; ne de bir çıkış..

Bu durumda , anlatılan manaya uyan odur ki : Onu anlattığımız vasıfla anlayasın .
İşe anlatılan manaların dışında hiç bir şeyi karıştırma.. Şöyle ki : İlmin delaletini bu manada kabul etme.. Aklın , yararlı olacağını sanmayasın .
Fehim , bu makamda hiç bir iş göremez..
Hele vehmin bu durakta sözü dahi edilmez ..
His , yani Duygu ; ancak dış alemde sözünü geçirebilir . Yüce o , atıl batıl kalır .
Dış göz nedir ki ?.. O da bir iş göremez. Keza, batın gözü de..
İdraki de bırak.. Onu bir kalem geç..
Şunu unutma ki :
Onu , ancak o görebilir..
Onu , ancak o idrak edebilir..
Onu , ancak o bilebilir..

Yani : Yüce Allah , kendisini kendi özü ile anlayabilir .

Burada ; özet olarak anlatılmak istenen mana şudur : Onu , ondan gayrısı göremez.. Onu , ondan gayrısı idrak edemez..
öyle ki : Tek kişi.. tek kişi dahi bu mananın dışında bir şeye sahip olamaz..

Yanlış anlaşılmasın..
Onun zatında bir hicabı vardır ; yani perdesi..
Ne var ki bu perde onun vahdaniyetidir .Yani: Birliği.. tekliği.. Başka değil..
Kendi hicabından başka bir şey onu perdeliye- mez
Şöyle ki: Onun varlığı vahdaniyeti ile gizlenir.
Ama şekilsiz.. keyfiyetsiz..
Onu hiç kimse göremez..
Ama hiç kimse.. Ne , yeni bir şeriatle gelen mürsel peygamber ; ne bir veli.. Allah dostu..
Ne de , ona yakınlığı olan bir melek.. Bu da , ona karşı , kendiliğinden bir marifete sahib olamaz.
Onun peygamberi , odur .. Yani : Kendisi , onun risaleti odur .. Yani : Elçisi odur . Yani , kendisi..

O , bir elçi gönderdi : Kendisinden.. Kendisiyle , kendisine..
Ne sebep , ne vasıta .. Bunlar yok.. Çıkar bunları aklından..
Elçiyi gönderen.. elçinin getirdikleri.. elçinin kendisi.. Ve elçinin geldiği kimse..

Bunların hepsi aynı varlıktır ; tek şeydir . Aralarında hiç bir fark , değişiklik ve ayrılık yoktur

Bir beka vücudunun harflerini düşünün.. Bu onun varlığıdır ; vücududur .. Başka yok..
Onun gayrı için bir vücud düşünülemez.. Hatta yokluğu da ; yani : fenası da Hatta ne ismi , ne de müsemması düşünülebilir.
Sakın ha .. çok sakın .. Bu manaları inkara kalkmayasın ; sonra.. yanarsın..
Çünkü delilimiz kesindir ; sağlamdır .
Çünkü Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu : " Bir kimse ki , nefsini bildi ; gerçekten Rabbını bilen o oldu .."
Çünkü Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu : "Rabbımı , Rabbım'la bildim.."
Ona , Allah-ü Taala salat ve selam eylesin..

Durum anlatıldığı gibi olunca : Düşün.. Sen nesin ?
Şüphesiz ; sen , sen değilsin.. Sen osun.. Ama sen , sen olaraktan değil..

O , bir giriş şekli ile sana dahil değildir . Ama, bir çıkış şekli ile de , senden hariç değildir .. Keza ; sen de onun haricinde değilsin .
Bu anlattığım mana ile : Senin mevcud olduğunu kasd etmiyorum.. Keza sıfatını da..
Şunu anlatmak istiyorum : sen hiç bir zaman var olmadın . Olman da mümkün değil..
Her şeyi bir yana at.. Hiç bir şeyle olma.. Hatta sen , sen olma.. Hele nefsinle hiç olma..
Onunla , yani : Hak'la da olma . Hatta , onda da olma . Onunla birlikte de olma..
Fakat , şunu da unutma ki : Sen ,ne bir fanisin; ne de bir mevcud.. Sen o sun ; o da sen..
Bu arada şu manayı da anla : Allah-ü Taala alemlerden hiç birine muhtaç değildir ; ganidir..
Bunun böyle olması için ne bir illet lazım gelir; ne de bir sebep..

Şimdi.. Varlığını ki , anlatılan manada anladın..
Yani varlığına karşı bir irfan duygusuna sahib oldun : Şüphesiz varlık yönü ile Allah-ü Taala'yı anladın sayılır..

Yani : Ona karşı bir irfan duygusuna sahib oldun demektir .
Anlatılan bu mananın dışında her şey , boşuna sayılır . Yani : Faydasız.. sıfır..

Bu manada , arif zatların pek çoğu : yüce Allah'a karşı marifet duygusunu , varlığın yokluğa geçişi ile hasıl olacağına kail oldular .
Yani : Marifet duygusunu fena haline izafe ettiler .. Sonra .. Fena dan da geçtiler ; fenanın , yani Yokluğun da ötesinde aradılar ..
Kanaatları buydu .. Halbuki bu duygu ; açıktan bir yanlıştır ve bir yanılmadır .

Sebebine gelince : Allah'a karşı marifet duygusu ; ne varlığın fenasına ,ne de bu fenanın da fenaya varmasına bağlıdır .
Yani : Ne Mevcud varlığın yok olmasına , ne de bu yok olmanın da yok olmasına bağlıdır..

Hiç bir zaman irfan duygusu ; anlatılan hallerle elde edilemez . O şey ki , hiç bir şey değildir ; ona bir vücud , yani varlık verilemez ..
Sonra.. o şey ki varlıktan yana bir nasibi yoktur ; onun için de bir fena hali olamaz..

Ancak fena hali ; bu varlığın isbatından sonra gelebilir . Ki , fenaya müncer olacak bu varlık, bir yönüyle mevhumdur..
Şimdi kendine gelmek zamanıdır . Sen ki : kendini ne bir varlığa sahip , ne de bir fena haline varacak biri bildin.. Ve bu manada bir marifet duygusuna sahip oldun..

İşte o zaman : Yüce Allah'ı gerçekten anladın sayılır.. Yani : Marifet sahibi oldun ; demektir.. Bu mananın dışında bir şey ummak boşunadır..

Şimdi.. Marifeti , yani : Allah-u Taala'ya karşı irfan sahibi olmayı vücudun yokluğa gitmesinde beklemek üzerine bir sözümüz var.. Keza , fenanın da fena bulması üzerine..

Kısaca diyelim : Bu , şirkin ; yani ; Hak varlığa ortaklığın bir isbatıdır.. Yani : Arada bir yabancı varlığı kabul etmektir..
Halbuki : Resulüllah S.A. efendimiz : " Bir kimse ki , nefsini bildi ; gerçekten Rabbını bilen o oldu .." Buyurdu.. Ki , bu manadaki inceliği anlamak gerek..

Bu arada hiç bir yabancı görmemek gerek.. Zira , bir yabancının isbatı neticede onun yok edilmesini güçleştirir..
Sebebine gelince : " Bir şeyin sübutu gerekmeyince onun fenası da gerekmez. " Kaidesi esastır.. Bu durumda sana düşen odur ki : Ne bir şeyi yok göresin ; ne de var..

Senin bu mevhum varlığın bir şey olma , vasfına dahi haiz değildir.. Madem ki , o varlığın böyledir ; yani : Bir şey değildir ; o halde o : hiç bir şeye izafe edilemez.. Yani : Bağlanamaz.. Ne bir faniye ; ne de bir faninin gayrına.. Ne mevcuda ; ne de maduma.. Yani : Ne varlığa .. ne de yokluğa .

İşte.. Resulüllah S.A. efendimiz gerçekten de bu manaya işaret etmektedir .

Şöyle ki : Sen şu anda madumsun . Yani : Yoksun.. Nasıl ki daha önce de yoktun.. Yani : " Ol.." Emri gelmeden evvel..

Şu manaları da unutma : Ezel şu andır.. Ebed , şu andır.. Kıdem , şu andır.. Yani : Ezel , ebed , kıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte sığdırılmıştır.

İşbu vaktin içinde , kendini ara . Unutma ki : Bütün bu gelip geçen anlarda Hakkın gayrısı yoktur..

Şimdi anlatacaklarımızı da iyi anlamaya çalış..
Allah : Ezelin vücudu odur ; yani , varlığı..
Allah : Ebedin vücudu odur ; yani , varlığı..
Allah : Kıdemin vücudu odur ; yani , varlığı..
Bütün bunları anlamaya çalışırken , sakın ; ezele , ebede ve kıdeme kendiliğinden bir varlık vermeyesin.. Anlatmaya çalıştığımız bu mana doğrudur . Eğer doğru olmasaydı ; Allah-ü Taala tek ve saltanatında ortaksız olamazdı . Halbuki , onun şanına yakışan tek olması ve varlığında ortağı olmamasıdır..

Muhal olarak ona bir ortak düşünülürse.. şöyle olması gerekirdi : Onun ortağı o olurdu ki ; kendine has bir varlığı var.. Ama Allah'ın varlığı ile var değil.. Bir kimsenin veya her hangi bir şeyin böyle olduğunu düşünün : Bu takdirde o , Allah'a muhtaç olmaz ; ikinci bir Rabb olur.. Yani : Allah : İşbu oluş , muhaldir . Allah-ü Taala'nın , mülkünde ve saltanatında ortağı yoktur. Benzeri yoktur. Dengi yoktur .

Bu manalar açısından bakılınca.. Her kim ; Allah ile beraber , Allah'tan bir parça veya Allah'ta herhangi bir şeyi görürse.. halbuki o şey , bir Rabb olması yüzünden Allah'a muhtaçdır..
Şüp hesiz anlatıldığı gibi görülen bir şey , Allah'a ortak edilmiş olur . Halbuki o şey , her hali ile Allla'a muhtaçtır..

Bu arada ; herhangi bir şey için , aslında iyi olmayan şöyle bir cevaz yolu akla gelebilir.. Mesela : Herhangi bir şey , Allah ile beraberdir Kıyamı ; yani , durumu kendisiyledir ; yahut Hak iledir.. Bu şekilde değil de Kendi varlığından geçmiştir ; yani , fena bulmuştur . Yahut Allah ile olduğuna göre onun varlığında fena bulmuştur ; yani , yokluğa ermiştir .

İşbu düşüncelerin tümü , çok çok uzaktır . Bilhassa , marifet ; yani : kendini bilme kokusu alanlar için...

Sebebine gelince : Her kim Hakkın gayrı bir şeyin mevcut olduğuna yol verir ; sonra da onunla kaim olduğuna kail olursa... Sonra fena bulacağına , sonra fenasından da fena bularak kendinden geçeceğine inanırsa... İşbu durum çok tehlikelidir... Çünkü , bu fena halini zincirleme devam etmiş olur...O şekilde devam ettirmiş olur ki : Haşa Hakkın yokluğuna kadar gider .

Bu düşüncenin sonucunu kısaca diyelim : Peş peşe şirk içinde şirktir . Hele nefsini bilmek yönünden hiç faydası yoktur . Bu düşüncenin sahibi Müşriktir . Ne Allah'a karşı bir irfan duygusuna sahip olabilir ; ne de nefsini anlayabilir .

Şimdi ... Anlatılan bu manalar karşısında , bazı sorular sorulabilir...
Mesela , biri çıkar ; şöyle sorar : " Bu , birbirine giren mana yolları arasında ; nefsi bilmenin ve Allah'a arif olmanın tam yolu nasıl bulunur!.."

Bu sorunun cevabı şu olur : " Yol birdir ...Nefsi ve yüce Allah'ı anlamaya götüren yol ise... Bilesin ki : Allah var idi ; onunla ikili bir şey yok idi..."

Burada : " -idi..." Şeklinde kullanılan edat mefhumundan bir zaman manası çıkarmamalı...
Yüce Allah şu anda dahi öyledir... Yani : Yüce Allah var ve onunla ikili bir şey yok...

Bu arada ; bir başkası da şöyle diyebilir : " Görüşüm odur ki : Nefsim , Allah 'ın gayrıdır..
Yine görüşüm odur ki : Allah nefsim değildir..." Bu sorunun cevabını ; yukarıda geçen Hadis-i Şerifteki NEFS kelimesinin kısa bir tarifini yaparak vermek mümkündür...

Orada sözü geçen nefsi ; başka manada almak gerek... Ki o : Senin öz varlığındır ; hakikatındır... Yoksa : O ; levvame , emmare ve mutmaine isimleri ile anılan nefis değildir..
Belki de ; orada NEFS kelimesi ile işaret edilen mana , zat-ı ilahi'nin tüm olarak yabancısı olanlardır..

İşbu manayı Resulallah S.A. efendimizin şu münacaatından da anlayabiliriz : " Allah 'ım , eşyayı bana olduğu gibi göster ." Burada eşyadan , yani , şeylerden murad : Zat-ı ilahi'den gayrı olan şeylerdir..
Bu manayı açıklamak gerekirse ; şöyle diyebiliriz : " Allahım , masivanı ; yani , zatına yabancı olan şeyleri bana anlat ki : Bileyim.. Eşya , nasıl şeydir ? .. tanıyayım.. O sen misin Yoksa gayrın mı ?.. Ve o şeyler kadim midir ?. Baki midir. Yoksa.. fani mi ?..."
Şüphesiz , Allah-ü Teala , ona nefsini gösterdi.. yani : öz varlığını ..

Ama , masivaya, yani , zatına yabancı herhangi bir şeyin varlığı olmadan.. İşte bundan sonradır ki : Resulüllah S.A. efendimiz eşyayı olduğu gibi gördü.. Yani : Eşyanın hakikatını.. özünü.. Gördü ki : Onların özü , zat-ı ilahi'nin ta kendisidir.. Ama , bu manada ne bir şekil var ; ne de , bir zaman ve mekan mefhumu.

Eşya, yani şeyler; adı nefse de verilebilir ; nefsin gayrı olan herhangi birşeye de..

Çünkü : Nefsin varlığı ve eşyanın varlığı ; bir şey olma yönünden iki şeyden ibarettir.. Ama , aslında ikisi birbirine bağlıdır.. Her ne zaman ki eşya bilinir ; dolayısıyla yüce Rabb , bilinmiş olur.

Bu manayı şu cümle ile bağlayabiliriz : Bir kimse vardır ; kendisini Allah'ın gayrı sanır..Halbuki o , Allah'ın gayrı değildir..

Sana gelince : Öyle bir haldesin ki ; ona , yani Allah'a karşı bir irfanın yok.. Bilemiyor ve anlayamıyorsun.. Halbuki , onu görmektesin.. Sonra .. Onu gördüğünü de bilemiyorsun..

Önce bir keşif lazım.. Ve sen : Bu keşfe sahib olmalısın.. İşbu keşiften sonradır ki , bileceksin : Sen Allah'ın zatına yabancı değilsin.. Yine bileceksin ki : Maksudun sensin.. Ve sen : Fena bulmaya muhtaç değilsin.. Ve sen : ne gelensin , ne de giden .. Bulunduğu yerde kalansın.. Ama , zamansız ve mekansız .. Hatta , an mefhumu bile silinmiş.. İşbu mana daha önce de anlatıldı..

Sonra.. Yine o keşiften sonradır ki anlayacaksın : Onun bütün sıfatları sana sıfat olmuş.. Böylece.. Dışına baktığın zaman onun dışını göreceksin.. İçine baktığın zaman da ; içini göreceksin.. Yani senin zahirin , onun zahiri ; senin batının , onun batını olacak.. Keza ..
Evvelini , onun evveli olmuş bulacaksın.. Ahirini , onun ahiri olmuş bulacaksın.. Bütün bu manalarda en ufak bir şek ve şüphe yoktur.. Sıfatınla , onun sıfatını göreceksin ; zatınla da onun zatını göreceksin..
Ama , bütün bu manalarda senin o olmaya en ufak bir yakınlığın yoktur . Keza , onun da sen olmaya bir yakınlığı yoktur.. Ne az , ne çok.. Hasıl-ı kelam : Her şey , bir şey olmama yönündedir ; ancak , onun pak yüzünden gayrı.. Zahirde de böyle ; batında da böyle ..
Yani mevcud varlık yoktur ; ancak : O vardır.. Hatta , onun gayrı için bir varlık düşünülemez ki ; yok olabilsin.. O halde , helak de yok ; çünkü , yabancı yok.. Bu durumda ortada sadece onun yüzü kalmaktadır . Yani : Eşya.. Eşya ise , ancak onun yüzüdür ; pak vechidir..

Burada bir misalle işe tekrar girmek gerek.. Şimdi.. Bir kimseyi düşünün ; bir şeyi bilmiyor ; sonra , o şeyi biliyor.. Şüphesiz ; böyle bir kimse , o , sonradan bildiği şey yolunda varlığını yokluğa gömüyor.. Ancak , cehlini eritiyor . Yani : Bilgisizliğini.. Varlığına gelince ; o bakidir.. Hem de değişiksiz.. İşbu bilgi sonunda ; varlığı bir başka varlığa dönüyor.. Bir başka varlıkla var oluyor.. Ama bu oluş ne bir terkipdir ; ne de bu çeşitten bir başka şey..

Buraya kadar anlatılan manayı , bir inkarcının varlığı da değiştiremez.. Bir inkarcı bulun ; bir de irfan sahibi getirin : Aynı varlıkla vücud sahibi bulacaksınız.. Bu durumda ; ne inkarcıdan bir çıkış vardır ; ne de irfan sahibine bir giriş.. İkisi arasındaki fark : Sadece bir cehlin ortadan kalkması veya kalmasıdır.. Başka yolu yok..

Hiç sanmayasın ki ; bir fena bulmaya , yani yok olmaya ihtiyacın var.. Fena haline , yani , yok olmaya muhtaç olduğunu düşün.. Bu , olmaz ya ; neyse .. Bu durumda sen , Hakka bir hicab ve bir perde olursun .. İşbu perde ise ; Allah 'ın gayrı olmuş olur.. Bu durumda ; o perde haline , galip gelecek ve onu atacak bir şey lazım gelir.. Böyle olacak ki ; Hakkı görmek mümkün ola.. Bu mana , yani : perdeye ihtiyaç hali ve onun giderilmesi için aranacak çareler boşunadır..

Sebebine gelince : bu tayin edilen yön ; yalandır ve yanlıştır . Çünkü biz hicap durumuna işaret ettik ve dedik: " Onun varlığı , vahdaniyeti ile gizlenir . Ama , şekilsiz.. keyfiyetsiz..
Bu yönde başka bir mana düşünülemez ; yoktur da..

Anlatılan halin bir icabıdır ki; hakikate eren bir kimsenin : "Ben Hakk'ım.." Demesi , caiz olur..

Keza , o hakikate eren kimsenin : " Özümü takdis ederim ; şanım ne kadar yüce.." Demesi de caiz olur.

Anlatılan hakiki hale vasıl olan birini düşünün.. Vasıl olduğu anda görecektir ki ; Kendi sıfatları, ancak Allah'ın sıfatlarıdır.. Zatı da , Allah'ın zatı.. Ama , hiç bir yeni oluş yok.. Ne zatta ; ne de sıfatta.. Yani : Allah'a duhul yönünden.. Yani : Ondan huruç yönünden..
Kısacası : Ne giriş var ; ne de çıkış.. Ama , hiç mi hiç.. Sonra.. O vasıl olan kimse Allah'ta fena bulmuş da değildir ; keza beka bulmuş da değildir . O , kendisini görecektir ki ; hiç olucu bir şey değil.. Keza , olmadı da.. Sonra , fena hali de böyle.. Yani : fenası da yok..

Sebebine gelince : Nefs , diye bir şey yok ; anca onun nefsi vardır . Yani : Onun nefsi.. Varlığın özü.. Aynı şekilde vücud diye bir şey de yok ; ancak onun vücud varlığı vardır .

Anlatılan bu manaya işaret olarak Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu :
" Dehre -zaman'a- sövmeyiniz ; çünkü Allah-ü Taala ,o dehr'dir.. "
Burada işaret edilen mana şudur : Dehrin vücudu Allah'ın vücududur.. Allah-ü Taala ; kendisine bir ortak , dengi ve benzeri bulunmasından yana yücedir , paktır..

Mana hedefimizi tayin yolunda, bize çok yarayacak bir rivayet vardır..

Şöyle ki ; Allah-ü Taala kuluna buyurdu : " Ey kulum , hasta oldum ; ziyaretime gelmedin.. Sana dilendim ; vermedin.. "
İşte.. Bu manada işaret ediliyor ki : Hakkın vücudu dilencinin vücududur . Hastanın vücudu da ; yine Hakkın vücududur . Kısa keselim : Hepsi aynı varlık..

Şimdi.. Bu mana kapısından içeri girebiliriz.. Hakkın vücudu , hastanın vücudu nasıl oluyorsa..
Dilencinin vücudu Hakkın vücudu nasıl oluyorsa.. Evet.. Bu mana , nasıl caiz ise.. Yine caizdir ki : Senin vücudun da , onun vücudu ola.. Ve.. bütün eşyanın vücudu da , yine Hakkın vücudu ola..

Araz.. cevher.. ne varsa ; yani : Öz çekirdek ve bu çekirdeklerin sonradan meydana etirdikleri.. Ki bunlara : " Mükevvenat.. " Tabir edilir.. Bütün bunlar Hakkın vücududur ; varlığıdır..

Bütün bunların sırrı , bir zerrenin sırrında saklıdır.. Zerrelerden , herhangi birinin sırrı çözülsün : İşte o zaman görülecektir ki ; bütün mükevvenatın sırrı meydanda.. Zahiri yönden de böyle , batıni yönden de böyle .. Yani : içeride de böyle ; dışarıda da böyle .. Hulasa : Değişen hiç bir şey yok ..

Ne bu alemde ; ne de bu alemin bitişiyle başlayacak olan ebedi alemde , Allah-ü Taala ‘nın gayrını göremezsin.. İsmi ve müsemması ile ; her iki alemin vücududur ; varlığıdır ..

Bu , bir gerçektir.. Elbette öyle olması lazım gelir.. Anlatılmak istenen mana odur ki : Her iki alemin ismi , müsemması , görünen çehreleri ile hep Allah-ü Taala'dır.. Bu manada , şek ve şüphe izi aranmamalı..

Bu açıdan bakılınca : Allah-ü Taala'nın hiç bir şeyi yaratmış olduğunu göremezsin..Bu , kesin bir hükümdür.. Ancak , onun için şöyle bir görüşe sahip olabilirsin ;

O , an mefhumu ile anılan zamanların her birinde ; biri diğerine benzemeyen , başka şan ve bir başka şekil almaktadır .
Şöyle ki : Varlığını izhar eder , sonra gizler .. Ama ne izharında , yani , açığa çıkmasında ; ne de gizlemesinde bir şekil ve keyfiyet vardır.. İşbu hal , onun şanına layıktır.. Çünkü : Evvel , ahir , zahir , batın hep odur.

O , birliği ile zahir oldu.. Açığa çıktı..
O , tekliği ile batın oldu.. Gizlendi..
O , zatı ve kayyumiyet sıfatı ile , evveldir .
O , deyumiyet sıfatı ile de ahirdir..

Evvel , harflerinin varlığı odur..
Ahir , harflerinin varlığı odur..
Zahir , harflerinin varlığı odur..
Batın , harflerinin varlığı odur..

Hasıl-ı : İsmi ve müsemması ile , anlatılanların tümü odur..

Anlatılanların hiç biri garipsenmemeli .. Alışılmalı.. Bu arada şu kıyas bir yardımcı olabilir..

Mesela : Mademki , onun varlığı mutlaka gereklidir ; arada , ona yabancı bulunmaması da gerekli olur ..

Bir kimse vardır ; sanır ki Kendisi Hakkın gayrıdır ; ama bu olamaz .. Sebebine gelince : Allah-ü Teala bir gayrı olmaktan yana tenzih edilir .

Gayrı ne demek ?. Elbet gayrı da odur.. Ama , bir gayrı şeyin varlığı onunla olmadan.. " Gayrı.. " Olarak anılan şeyin de varlığı şüphesiz odur.. Hem içte , hem dışta.. Yani : Hem zahirde , hem de batında..

İrfan yoluna giren herkesin anlatılan aleme ayak uydurması gerekir ; sonrası kolay.. Ki orada çeşitli sıfatlar alacaktır. Her kim , anlatılan sıfatlarla kendisini bezerse.. Onun için sıfatlar olur.. Ki onların , ne haddi vardır ; ne de nihayeti..

Şu manayı da iyi düşünmek gerek.. Bir kimse , kendisini tanımadan , bilmeden belli şekliyle ölünce ; iyi ve kötü vasıfları da onunla beraber ölür gider.. Bu misal , zahirdeki belli ölümün bir sonucudur..

Bir de , manevi ölümle öleni düşünelim.. Yani : Ölmeden evvel öleni.. Tıpkı yukarıdaki gibi , bundan da iyi ve kötü sıfatlar kalkar.. Fakat.. Öyle bir hal alır ki ; yukarıda anlatılana hiç benzemez..
Allah-ü Taala , onu kendi makamına oturtur.. Ama bütün hallerde.. Zatı makamına oturtur ; Allah'ın zatı olur.. Sıfatları makamına oturtur ; Allah'ın sıfatları olur.. İşbu manaya cidden ermek gerek..

Çok önemlidir..
İşte bu mana icabıdır ki ; Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu : " Ölmeden evvel ölünüz."

Bu hadis-i Şerifin şerhi şöyle olabilir : " Belli ölümle ölmeden evvel kendinizi anlayınız..İrfan sahibi olunuz.. "

Aşağıda anlatacağımız kudsi hadis de aynı manayı teyid eder..
Rasulüllah S.A. efendimiz şöyle anlatıyor : " Allah-ü Taala şöyle buyurdu : - Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşır.. Öyle bir hal alır ki ; ben onu severim.. Onu sevdiğim işbu vakitte : Onun kulağı olurum , gözü olurum ve eli olurum.... "

Yukarıda anlatılan kudsi hadiste irfan sahibine bir işaret vardır.. İrfan sahibi , anlatılan manaya erdikten sonra , özünde görecektir ki ; tüm varlığı , Hakkın varlığıdır..

Fakat.. Onun zatında ve sıfatında hiç bir değişiklik görmeden.. Kaldı ki ; aslında böyle bir değişikliğe ihtiyaç da yoktur.. Çünkü kendisine ait bir varlığı yoktur.. Yok olan bir şeyin nasıl değişir ki ?. Bu arada kendisi , sadece cehlini giderdi.. Yani : marifet yolu ile.. Bir varlık sahibi idi , bilmiyordu ; şimdi bildi..

Şimdi sıra sende.. Dinle ve anlamaya çalış.. Her ne zaman ki ; nefsini anlayıp , özünü bildin ; işte o zaman kendi mevhum varlığın ortadan kalkar.. Ve.. anlarsın ki ; sen , Allah'ın gayrı değilsin.. Bu mana da bir hakikattır . Bir an için olsun ; anlatılan mananın tersini ele alalım.. Ki onda Kendine has bir varlığın vardır ; o varlığın fenaya da ihtiyacı yoktur . Hatta marifete de .. Böyle olduğunu düşün : Sen Allah'tan başka bir Rabb olursun.. Ama , asıl hakikat şudur ki : Allah-ü Taala kendisinden başka bir Rabb yaratmaz.. Bu , olmaz ve olamaz.. Allah-ü Taala bu gibi bir manaya karşı , yücedir ; tenzih edilir .

Bu arada , biraz da malumat vermek iyi olacak.. Vereceğimiz bu malumat ; bir yönüyle yoldur.. Yani : Nefsi bilme yolu .. Bu durumu ki , bildin ; dinle ve anlamaya çalış.. Bilmelisin.. sadece bilmek de , yeterli değil.. tahkik makamına çıkmalısın..

Hulasa : Bildiğin şeyin hakikatını bulmalısın.. Bilmen gereken ve hakikatına varman icab eden husus şudur : Vücudun.. Varlığın.. Aslında , senin kendine mal ettiğin vücudun , var olmuş bir şey hiç olmadı.. Onun yokluğu da böyle.. Ama , zamanların hiçbirinde.. Olucu şey de değilsin.. Ama , hiç mi ? hiç.. Bu manayı ; hem gelecek için , hem de geçmiş için kullanabilirsin..

Yukarıda anlatılan manadaki hakikatı ki , bilip buldun.. İşte o zaman sana : " LA İLAHE İLLALLAH “ İLAH YOKTUR SADECE ALLAH " Cümlesindeki mana zahir olur.. Hakikaten ilah yoktur O vardır.. Gayrı Vücud bile yoktur O vardır..

Hasıl-ı : Aşağıdaki cümleleri tekrar oku , özünü onlara alıştır.. Ondan başka hiç bir şey yoktur. İlah yoktur ; ancak o vardır..

Bu arada şöyle bir şey denebilir : " Arada yabancı kalmadı . Bu durumda , Rububiyet sıfatı yok oldu.. Onu hiçe saydın ?
Bu , yanlış bir anlayıştır.. Ben , öyle bir şeyi söyleyemem.. Hem ne haddime?.. Sonra nasıl yapabilirim ki ?.. Bir defa düşün ki o : Henüz ortada Rabb a ihtiyaç duyan bir mahluk yokken , yine bir Rabb idi.. Yaratılmaya ihtiyaç duyan bir mahluk yokken , o yine bir Halik idi.. Yani , ezeldeki durum bu idi.. Şimdi de , eskisinden bir farkı yoktur..

O : yine bir Rabb'dır ; yine bir Halik.. Mahluk , mefhumunu sil ; ortada o kalır.. Hasıl-ı , değişen hiç bir şey yoktur.. O : Ezelde ne idiyse .. şimdi , şu anda yine öyledir.. Onun halikıyeti , bir mahlukun bulunmasına ihtiyaç duymaz.. Onun rububiyeti , keza bir merbub aramaz.. buna ihtiyacı yoktur..

Hele bir düşün.. O : Vardı.. Yani : Mükevvenat yaratılmadan.. Ve o.. işbu varlığı içinde , eksiksiz bütün sıfatlarını zatında toplamıştı.. Şimdiye kadar , hiç bir değişiklik olmadı.. Olamaz da.. Şu anda , ilk andaki gibidir.

Yüce Hakkın tekliğinde ; varlıkla yokluk arasında , hiç bir değişiklik yoktur.. Yani : Bize göre varlık ve bize göre yokluk.. Zira ona göre, ne var , bir meseledir ; ne de yok.. Her şey yerindedir.. Değişiklik , sadece onun zatından zatınadır..

Mesela : Bir varlık mı var ?. Bir mevcud mu var ?.. O halde onun hükmü şudur : Zahiriyet , sıfatının iktizası.. Yani : Onun , zahir sıfatının bir gereği.. Yani : Açığa çıkma arzusunun bir sonucu..
Mesela : Bir yokluk mu var ?.. Bir adem mi var ?. Bunun için verilmesi gereken hüküm de şudur : Batıniyet sıfatının iktizası.. Yani : Onun , batın sıfatının bir gereği.. Yani : Gizlenme arzusunun bir sonucu..

Yukarıdaki mana anlatılırken : Zahirin ayrı , batının ayrı bir şey olduğu düşünülmesin.. Çünkü ayrılık , diye bir şey yoktur..

Sebebine gelince : Onun zahiri , batınıdır..
Sebebine gelince : Onun batını zahiridir..
Sebebine gelince : Onun evveli , ahiridir..
Sebebine gelince : Onun ahiri , evvelidir..

Hasıl-ı kelam : Hepsi o birde toplanır.. Yani : Ne varsa .. Ve.. toptan her şey , birdir.. Ve.. bir , herşeydir.. İşbu manadaki inceliğe dikkat gerek..

Yüce Allah'ın zatına bağlı sıfatları her an bir değişik şekil almaktadır.. Bunun aksi iddia edilemez.. İddia edilse dahi isbat edilemez.. Ondan başka bir şey yoktur.. Bunun da aksi iddia edilemez.. Bu da iddia edilse dahi isbat edilemez.. O , şu anda ve her anda öyledir.. Onun varlığından gayrı bir varlık yoktur.. Gerçekten söylenecek söz budur.. Başka yok..

Nasıl ki , ezelde ve kıdem halinde böyle idi.. Yani : Her anda ; zatı ve sıfatı ile bir başka şan alırdı.. Tecelli değiştirirdi.. Ki o zaman , yine bir yabancı mevcud yoktu.. Geçmişi andıran terimlerin de yeri yok..Çünkü , şu anda ; ezelin ve kıdemin hiç bir farkı yoktur..
Yine öyledir.. Yine öyle olacaktır . Sebebine gelince.. Ne bir şey var.. Ne de an.. Nasıl ki , kıdem , yani ezel halinde ; öyle , bir şey ve öyle bir an , hatta gün yoktur..

Şunu anlatmak icab eder ki.. Bu varlığın vücudu ile yokluğu , Hak için hiçbir mana ifade etmez.. Aksi halde , onun vahdaniyetine arız olan bir şey gerekir ki... bu onun için bir noksanlık olur.. Halbuki , onun varlığı böyle bir şeye ihtiyaç duymaktan çok uzaktır..
O yücedir.. Zatına arız olan bir noksan ona yakın olam

olamaz..

Yukarıda , pek çok şeyler anlatıldı.. O anlatılanların hemen hepsi , nefsini , özünü anlamaya dairdi..Seni bu yola çekmek üzerine idi..
Orada ; sana özetle şu manalar anlatılmak istendi : " Yok olsan da varsın ; var olsan da.. Her iki hal de eşittir.. Esasa taalluk eden bir değişiklik yoktur..İşte.. yukarıda sayılan vasıflardan çıkan özet mana budur..

Sıfatın , vasfın , aslın ve özün odur.. Kendini böyle bilmen gerek.. Nefsini anlatıldığı şekilde anlaman icab eder..

Hasıl-ı kelam : Her ne zaman ki ; anlatılan vasıflar çemberi içinde nefsini bildin... Yani : Eşsiz , benzersiz.. Dengi olmayan bir şekilde.. Yani : Allah-ü Taala'ya karşı olan bir varlığa sahib olmadan.. İşte.. o zamandır ki : Nefsini , özünü , gerçek manada bildin.. Aksi halde asla bir anlayışa sahib olman kabil değildir..

İşbu mana açısındandır ki ; Resulüllah S.A. efendimiz : " Bir kimse ki ; nefsini bildi , gerçekten Rabbını bilen o oldu.." Buyurdu.. İşbu mana , sözümüzün delilidir.. Bu durum kesindir.. Aksi halde Rasulüllah S.A. efendimiz , başka türlü anlatırdı..

Mesela şöyle buyururdu : " Bir kimse ki , nefsini yok etti ; gerçekten Rabbını bilen o oldu .."

Halbuki böyle buyurmadı.. Çünkü böyle bir manayı anlatmak , manasızlık olurdu.. Çünkü o bilip gördü ki : Ondan , yani : Zatından ve sıfatından gayrı hiç bir şey yok .. Bunu böyle bilip gören , aksine bir ifade nasıl kullanabilir?..

Rasulüllah S.A. efendimizin işareti şuydu : Nefsi bilip anlamak, doğruca Hakkı bilip anlamaktır.. Burada sana yapacağımız kısa bir tavsiyemiz olacak : " Önce nefsini bil.." Yani : Varlığını.. özünü.. Bil ki : Sen , iddia ettiğin gibi sen değilsin.. Bir başka sensin.. Aklına hayaline gelmeyecek şekilde sensin.. Ne var ki , sen bunu anlayamıyorsun.. Anlamaya çalış.. Özet mana bundan gayrı olamaz.

Yine anla ki : Varlığın senin sandığın gibi ,varlığın değildir.. Ama başka bir varlığın da değildir.. Sen mevcud değilsin.. Madum da değilsin.. Yani : Ne var olmuşsun.. Ne de yok..

Kısacası : Ne varsın ; ne de yok.. Varlığın da , yokluğun da , bu varlığındır.. Hepsi odur.. Ama bir varlık iddiası olmadan.. Bir yokluk düşünülmeden..

Sakın ha.. Bu arada , onun varlığının aynını , senin bu varlığın sanmayasın.. Yokluğun da saymayasın.. Arada daha nice perdeler var ki.. Onları , safiyet yolu ile açmak gerek..

Şu anda , sana gereken ; Allah ile birlikte , diğer bir varlık vücudu tanımamaktır.. Hatta , yüce Allah 'ın zatı ve sıfatı içinde dahi bir şeyin varlığını düşünmeyesin.. Bu durumu ki , iyi kavradın ; nefsini bilip anladın sayılır.. Zira , anlatılan mana çerçevesi içinde nefsi bilmek
ve anlamak , Allah'ı bilmenin taa , kendisidir . İşbu manada şüphe izi yoktur.. Şek yoktur ..

Sonra.. Nefsin öyle bir hal alışı , bir terkip ve bir yapma sonucu değildir .. Haşa ki , kadim ve ezeli , ebedi bir zatta sonradan olma ve sonradan yapılma bir şeyin sözü edile.

Anlattığımız bu yüce manalar karşısında ; şüphesi kısmen zail olan, fakat gayeyi tam anlamayan biri , bize şöyle bir soru tevcih edebilir :

"Anlatılan manalarla sabit olan odur ki : Hakka yabancı bir şey yok .. Ortada tek bir şey var.. Yani : Bir varlık.. Bir şey de , kendi kendine bağlanamaz ; birleşemez.. O halde ; ona vüsul yolu nasıldır ?. Ve nasıl olmalı ?. "

Bu soruya cevap vermek kolaydır.. Ancak anlatabilmek biraz güç olsa gerek .. Zira karşıdaki şahıs anlama kabiliyetinden yoksunsa , ona anlatmak nasıl mümkün olur ?. Ama çaresiz ; anlatacağız.. Biri anlamazsa ; bir başkası anlar ..

Şimdi dinle .. Şüphesiz , hakiki halde ; ne birleşme var ; ne de ayrılmak .. Şüphesiz , hakiki halde ; ne bir yakınlık vardır ; ne de uzaklık .. Sebebine gelince.. Sorucunun da işaret ettiği gibi : Birleşmek veya ayrılmak , yakınlık ya da uzaklık ancak iki şey arasında olur .. Ortada , ancak bir varlık olduğuna göre : Ne birleşmek var; ne de ayrılmak .. Bunun aksi , imkan dışıdır .

Vüsulün ; yani : Birleşmenin manasının tahakkuku ,ancak iki eşit şey arasında olur .. Ya da eşit olmayan iki şey .. Sonra.. cins olaraktan da , birbirine benzemesi icab eder .. İki şey , birbirine benzemediği takdirde ; arada bir zıdlık meydana gelir .. Halbuki , Allah-ü Taala , her iki halden de münezzehtir .. Kendisinin bir zıddı veya benzeri olamaz ..

İyi bilmeli ki : Visal , bir başka visaldir.. Yakınlık , bir başka yakınlıktır .. Uzaklık , bir başka uzaklıktır.

Hulasa : Visal , yakınlık , uzaklık.. bütün bunlar zahirde bilinen hallerin dışında düşünülecek ..

Haşa ki , Hakka vasıl olmak , uzak durmak ve yakınlaşmak dıştan görünen iki şeyin birbirine yaklaşması , uzaklaşması veya birleşmesine benzemeye .. Şüphesiz , vuslat yok değildir .. Fakat vuslat dışı bir vuslat vardır ..

Yani : Zahirdeki manası dışında .. Şüphesiz , yakınlık yok değildir .. Ancak yakınlık dışı bir yakınlıktır .. Yani : Dıştan anlaşılan ve anlatılan şekil dışında .. Şüphesiz , bir uzaklık da vardır . Ama , uzaklık mefhumu anılmayan bir manada uzaklık vardır .. Yani : Dıştan bilinen uzaklığın , hiç benzeri olamaz..

Şimdi .. Yukarıdaki sorunun cevabını verip bazı çeşitli halleri , manaları anlattıktan sonra.. bir başka soru ile karşılaşmamız mümkündür ..

Mesela , o soru şöyle olabilir : " Vaslın manası oldu.. Durum anlattığınız gibi vuslatsız bir vüsuldan ibaret kalıyor.. Yani Buud ile kurb .." Ayrıca : Yakınlık olmadan bir yakınlık , uzaklık olmadan bir uzaklık .. Mefhumunu andıran bir cümle geçti .. Şimdi.. Bunların manası ne ola ?."

Bu sorunun cevabı da verilebilir .. Bu soruyu sorduğuna göre , muhatap sen oldun.. O halde dinle .. O manadan ; yani : Yakınlıksız yakınlıktan , uzaklıksız uzaklıktan kasdım odur ki : Sen ; an , mefhumu ile anılan zamanların hepsinde , yakınlık ve uzaklık içindesin ..

Ama , Allah'tan başka bir şey olmadan .. Ne var ki ; sen bu manayı ,anlamak irfanına sahip değilsin .. İşbu irfan mahrumiyetin , nefsinedir ; özünedir .. Ve sen : Kendini bilmiyorsun ki ; osun.. Ama sensiz.. senliksiz .. Dikkat et şu cümleye : Vuslat marifettir .. Her ne zaman ki ; vasıl oldun ; yani , özünün arifi.. Hakka vasıl oldun ; sayılır .. Ne var ki ; bu irfan duygusunda ; İRFAN harflerinin varlığı da olmayacak.

Yüce Hakkın tekliğinde ; varlıkla yokluk arasında , hiç bir değişiklik yoktur.. Yani : Bize göre varlık ve bize göre yokluk.. Zira ona göre, ne var , bir meseledir ; ne de yok.. Her şey yerindedir.. Değişiklik , sadece onun zatından zatınadır..

Mesela : Bir varlık mı var ?. Bir mevcud mu var ?.. O halde onun hükmü şudur : Zahiriyet , sıfatının iktizası.. Yani : Onun , zahir sıfatının bir gereği.. Yani : Açığa çıkma arzusunun bir sonucu..

Mesela : Bir yokluk mu var ?.. Bir adem mi var ?. Bunun için verilmesi gereken hüküm de şudur : Batıniyet sıfatının iktizası.. Yani : Onun , batın sıfatının bir gereği.. Yani : Gizlenme arzusunun bir sonucu..

Yukarıdaki mana anlatılırken : Zahirin ayrı , batının ayrı bir şey olduğu düşünülmesin..

Çünkü ayrılık , diye bir şey yoktur.. Sebebine gelince : Onun zahiri , batınıdır.. Sebebine gelince : Onun batını zahiridir.. Sebebine gelince : Onun evveli , ahiridir.. Sebebine gelince : Onun ahiri , evvelidir..

Hasıl-ı kelam : Hepsi o birde toplanır.. Yani : Ne varsa .. Ve.. toptan her şey , birdir..

Ve.. bir , her şey dir.. İşbu manadaki inceliğe dikkat gerek..

Yüce Allah'ın zatına bağlı sıfatları her an bir değişik şekil almaktadır.. Bunun aksi iddia edilemez.. İddia edilse dahi isbat edilemez.. Ondan başka bir şey yoktur.. Bunun da aksi iddia edilemez.. Bu da iddia edilse dahi isbat edilemez.. O , şu anda ve her anda öyledir.. Onun varlığından gayrı bir varlık yoktur.. Gerçekten söylenecek söz budur.. Başka yok..

Nasıl ki , ezelde ve kıdem halinde böyle idi.. Yani : Her anda ; zatı ve sıfatı ile bir başka şan alırdı.. Tecelli değiştirirdi.. Ki o zaman , yine bir yabancı mevcud yoktu.. Geçmişi andıran terimlerin de yeri yok.. Çünkü , şu anda ; ezelin ve kıdemin hiç bir farkı yoktur.. Yine öyledir.. Yine öyle olacaktır . Sebebine gelince.. Ne bir şey var.. Ne de an.. Nasıl ki , kıdem , yani ezel halinde ; öyle , bir şey ve öyle bir an , hatta gün yoktur..

Şunu anlatmak icab eder ki.. Bu varlığın vücudu ile yokluğu , Hak için hiçbir mana ifade etmez.. Aksi halde , onun vahdaniyetine arız olan bir şey gerekir ki... bu onun için bir noksanlık olur.. Halbuki , onun varlığı böyle bir şeye ihtiyaç duymaktan çok uzaktır..
O yücedir.. Zatına arız olan bir noksan ona yakın olamaz..

Yukarıda , pek çok şeyler anlatıldı.. O anlatılanların hemen hepsi , nefsini , özünü anlamaya dairdi.. Seni bu yola çekmek üzerine idi..
Orada ; sana özetle şu manalar anlatılmak istendi : " Yok olsan da varsın ; var olsan da.. Her iki hal de eşittir.. Esasa taalluk eden bir değişiklik yoktur.. İşte.. yukarıda sayılan vasıflardan çıkan özet mana budur.. Sıfatın , vasfın , aslın ve özün odur.. Kendini böyle bilmen gerek..

Nefsini anlatıldığı şekilde anlaman icab eder..

Hasıl-ı kelam : Her ne zaman ki ; anlatılan vasıflar çemberi içinde nefsini bildin... Yani : Eşsiz , benzersiz.. Dengi olmayan bir şekilde.. Yani : Allah-ü Taala'ya karşı olan bir varlığa sahib olmadan.. İşte.. o zamandır ki : Nefsini , özünü , gerçek manada bildin.. Aksi halde asla bir anlayışa sahib olman kabil değildir..

İşbu mana açısındandır ki ; Resulüllah S.A. efendimiz : "Bir kimse ki ; nefsini bildi , gerçekten Rabbını bilen o oldu.." Buyurdu..
İşbu mana , sözümüzün delilidir.. Bu durum kesindir.. Aksi halde Rasulüllah S.A. efendimiz , başka türlü anlatırdı.. Mesela şöyle buyururdu : " Bir kimse ki , nefsini yok etti ; gerçekten Rabbını bilen o oldu .."

Halbuki böyle buyurmadı.. Çünkü böyle bir manayı anlatmak , manasızlık olurdu.. Çünkü o bilip gördü ki : Ondan , yani : Zatından ve sıfatından gayrı hiç bir şey yok .. Bunu böyle bilip gören , aksine bir ifade nasıl kullanabilir?..

Rasulüllah S.A. efendimizin işareti şuydu : Nefsi bilip anlamak , doğruca Hakkı bilip anlamaktır.. Burada sana yapacağımız kısa bir tavsiyemiz olacak : "Önce nefsini bil.."

Yani : Varlığını.. özünü.. Bil ki : Sen , iddia ettiğin gibi sen değilsin.. Bir başka sensin.. Aklına hayaline gelmeyecek şekilde sensin.. Ne var ki , sen bunu anlayamıyorsun.. Anlamaya çalış..
Özet mana bundan gayrı olamaz.

İşte.. böyle bir irfana ki sahib oldun ; bileceksin ki , sen o olmuşsun.. olmuşu da geç.. osun..

Ne var ki ; sen daha önce , bunu bilmiyordun.. O olduğunu anlayacak bir marifete sahip değildin.. Hatta , düşünmüyordun bile : O musun ?. Yoksa , gayrı mı?.

İşbu anlatılan marifet hali ki , sana nasib oldu ; bu defa başka bir hale geleceksin..

Bileceksin ki : Allah'ı , Allah ile bildin.. Nefsinle değil.. Şüphesiz , böyle bir merhale kat ettikten sonra.. Yakınlığı da , uzaklığı da bırakırsın.. Ne yakınlığı ?.. Ne uzaklığı ?.. Bütün bunları bir kalem geç.. Geç.. geç de.. aşağıda vereceğimiz misali dinle.. Dinlemek yetmez ; anlamaya çalış..

Şimdi..Kendini ele al.. Çünkü bu misalde sade sen varsın.. İsmin ve müsemman.. Aslında , bunların ikisi de aynı manaya gelir.. Ya , sana bir isim verilmiş ; ya da , sen bir isim almışsın..

Mahmud, adını almışsın ; ya da sana Mahmud adı konmuş.. Halbuki sen , kendi adını Muhammed biliyorsun.. Aradan bir zaman geçiyor.. İşbu zaman , uzundur , veya kısadır.. İkisi de farksız.. İşbu aradan geçen zamandan sonra anlıyorsun ve biliyorsun ki : İsmin Muhammed değil de , Mahmud imiş..

Şimdi n'oldu ?.. Vücudunda bir değişiklik oldu mu ?. Hayır , hiçbir değişiklik olmadı.. Araya, sadece bir marifet oyunu girdi.. Ve sen, kendin elde ettiğin marifetinle, Muhammed ismi kalktı.. Ve sen : Mahmud oldun.. " Nasıl oldu bu iş ?. " Diyerek düşünmeye ne hacet ?.. Şöyle oldu : Sen ancak Muhammed sandığın ismini özünden sildikten sonra oldu.. İşbu manadan , fena halinin de nasıl olduğunu anladın..

Şüphesiz fena hali , bir şeyin vücudunu ispattan sonra olur.. Yani : Zahirde kullanıldığı mnadaki fena hali . Ama , yukarıda anlatılan misalde fena hali öyle mi ?.. Hiç de değil..

Zahirde alışılan manada bir fena halinin olması için , bir başkasının varlığı olmalı.. Bu , hiç yakışık alır mı ?. Hem , hiç caiz mi ?.

Şüphesiz ; her kim yüce Allah'ın zatından gayri birine , bir varlık isbatlarsa.. müşrik olur.. Yani : Allah'a bir ortak bulmuş olur . Halbuki , Allah-ü Taala , yücedir ; sübhandır.. Çok çok büyüktür..

Yine , yukarıdaki misale dönelim.. Arada bir isim değişti.. Muhammed Mahmud oldu.. Ama , ne Mahmud'dan bir şey eksildi ; ne de Muhammed'den.. Mahmud'dan bir kısılma , bir eksilme olmadı.. Sonra.. Muhammed de , Mahmud içinde bir yok değildi.. Fena bulmadı.. Sonra.. Onun içine de girmiş değildi.. Bir çıkış da olmadı.. Bir anlama sonunda , Muhammed eridi.. Silindi . Mahmud'un içine de girmedi..

Hulasa : Ortada , sadece bir mana değişmesi oldu.. Sonra.. Önce , Mahmud olan kimse.. kendisinin , Muhammed değil de ; Mahmud olduğunu nasıl anladı dersiniz?..

Kendi kendine anladı.. Muhammed ismi ile değil.. Çünkü , Muhammed yoktu.. Olmayan bir şeyle , olmakta olan bir şey nasıl anlaşılır?..

Dikkatli olursan ; yukarıdaki misalle pek çok şey elde edebilirsin.. Sonra.. Aşağıda anlatacaklarımızı da aynı misali nazara alarak oku..

Özet olarak , tekrar edelim : Tek varlık düşün.. Her şeyi , ama her şeyi o tek varlık içinde gör.. Durum bu olunca.. Bak : Arif kim ? Maruf kim?.. Her ikisi de aynı şeydir.. Sonra.. Vasıl kim?. Mevsul kim?.. Her ikisi de aynı varlıktır.. Evet.. aynı manada bak : Gören kim?. Görülen kim?.. Hiç bir zaman , bunları birbirinden ayırmak , kabil olamaz.

Üstteki mana biraz daha açılmalıdır.. Ki , öyle olacak.. Arif , Hakkın sıfatıdır ; Maruf ise.. zatı.. Vasıl , Hakkın sıfatıdır ; mevsul ise.. zatı.. Diğerleri de aynı kıyasa tabidir.. Sonra.. sıfatı , mevsufdan ayırmak da olmaz.. Zira , sıfat ve mevsuf aynı şeydir.. İkisi de aynı köke bağlıdır..

Yetmez mi?. Bu kadar anlatılanlar , sana henüz bir şey anlatmadıysa.. yazık.. Dikkatli ol ve bak ; dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz.. Mana duvarlarını yıka yıka , önüne bir hazine açıyoruz.. Dikkatli ol ; oradan içeri atlamak bir an meselesidir.. O anı yakala ve içeri atıl..

Orada bir tılsım çözeceksin.. İşbu tılsımın anahtarı : " Bir kimse ki , nefsini bildi ; gerçekten Rabbını bilen o oldu.." Mealine gelen Hadis-i Şeriftir..Bu eser de o tılsımı çözmek yolunda.. Bütün bu beyanlar , onun için.. Misaller , teşbihler , hep onun için..

Anlatmak istediğimiz mana yolunda , yukarıdaki misal çok önemlidir . Vaziyet , anlatıldığı gibi olunca.. daha önce sorulan ve ve bilinmek istenen ayrılmanın ve birleşmenin manası kalmaz..

Sebebine gelince.. Herkim , anlatılan misalle yolunu bulur ve bir fehme sahib olursa.. Bilir ki : Ne ayrılmak vardır ; ne de birleşmek.. Yine bilir ki : Ârif de maruf da odur.. Yine bilir ki : Gören de , görülen de odur.. Yine bilir ki : Vâsıl da , mevsul da odur.. Yani : Birleşen de , birleşilen de odur.. Ona ondan başkası , vasıl olamaz.. Ve.. bir ayrılma mevzuu varsa.. Bu da , onun gayrı olamaz..

İşte.. Şirkten kurtulmanın çaresi.. Herkim , anlatılan mana çemberi içine girerse.. Şirkten halâs bulur.. Yani : Kurtulur.. Aksi halde.. yani : Anlatılan mana yolunun dışına çıkılınca.. Bu , kimden olursa olsun.. Nereye olursa olsun. Hatta , çıkan kim olursa olsun.. şirkten kurtulma kokusunu alamaz..

İrfan sahibi geçinen pek çoğu kimseler , anlatılan manadan yana yanlış zanna kapılmışlardır..

Onlar , kendi buldukları zannî yoldan ; kendi nefislerini anladıklarını ; Rablarını bildiklerini , varlık bağından kurtulduklarını sandılar.. Ve.. dediler ki : " Böyle bir hal için yegâne yol : Ancak fena , yani : Yokluk ile elde edilir.. Hatta , fenadan da , fena bulmak yolu ile..

Bütün deyişleri , bu yoldaki indî kanaatleri; Resulüllah S.A. efendimizin Hadis-i Şerifindeki ince manayı , anlamadıklarından ileri geliyor.. Onlarınki , bir yanlış zandan ibarettir .

Onların , şirki imhaları , varlığın yokluğa atılmasına bağlıdır.. Özet olarak , işaret ettikleri mana budur.. Varlığı yok görmelerini , bir çok şekillere bağlarlar.. Bir bakarsın ki : Fenanın da fena bulması yoluna giderler.. Bir bakarsın ki : Tam manası ile Hakka teslim yolunu anlatırlar.. İşbu anlatılanlar , onların anlattığımız manaya varmak için, tarif ettikleri yoldur..

Mana canibine , onların işaretleri bunlardır.. Ne var ki ; gerçek onların sandığından çok daha başkadır.. Onların bütün tarif ve işaretleri halis (!) şirktir..

Bir defa onlar , bu sözleri ile ; ikinci bir varlığa işaret etmektedirler .. ve .. böyle bir yolun varlığına cevaz vermektedirler .. Ama , aslında her kim , Haktan gayrı bir şeyin varlığına hak tanırsa.. Sonra da , o tanıdığı varlığın ifnası cihetine girmiş olur.. Böyle bir durum sonunda , Haktan gayrı bir şeyin varlığını şüphesiz isbat etmiş olur . Ondan gayrı bir varlığın isbatı yoluna giden ise.. gerçekten Allah'a bir ortak bulmuş olur..

Dileğimiz odur ki : Allah-ü Taâlâ ; onları da , bizi de doğru yola irşad eyleye

Bir zanna sahip oldun, seni sen sandın; Halbuki sen olamazsın.. hiç olmadın.. Sen, sen olunca.. şüphesiz bir rab kaldın; Geç bu zannı: İki şeyin biri kaldın.. Varlıkta hiç fark yok, ikiniz de aydın; Ne senden ayrılan, ne ondan ayrıldın.. Sen ki cehlen yabancılık sözü attın;
Serteldin, cehlin gidince narin kaldın.. Ayrılığın vuslat, vuslatın ayrılık; Böyle hoş oldun: Yakınlığın uzaklık.. Aklı at, keşfin nur anlayışla bak.. Sakın ha.. Allah'a ortak kılmayasın ; Ki, düşmeyesin.. şirkle düşük kalırsın..

Şimdi.. Bir soru daha karşımıza çıkar.. Ve .. Biri, şöyle diyebilir:
-Yaptığınız işarete göre:
-İrfanın kendinsin.. Yani: Nefsin.. Ki o, Allah'a karşı irfan sahibi olmanın taa, kendisidir. Diyorsunuz.. Halbuki irfan sahibi, nefsi ile kalınca Allah'ın gayrıdır. O, Allah'ın gayrı olduğuna göre, Allah'a karşı nasıl bir irfan sahibi olabilir?

İşbu soruya verilecek cevap, kısmen yukarıda geçen cümlelerdeki cevabın aynıdır. Ama yine de bir cevap verilmesi yerinde olur..

Şöyle ki: Bir kimse nefsine; yani: Özüne karşı tam ârif olursa.. bilir ki: Varlığı, kendi varlığı değildir. Ama, başka bir varlığa da sahip değildir.. Yani: Kendisinden başka varlık yoktur..

İşbu mananın bir icabı olarak: Elbette kendi vücudu; yani varlığı Allah'ın vücududur. Yani : Varlığı.. Ama, kendi varlığı, bir olma sonucu, Allah'ın varlığı olmadan.. Kendi vücudunun Allah'ın varlığına dahil olması, gibi bir durum da yok.. Hatta, kendi varlığının, ondan çıkışı diye bir mesele de yok.. Hatta; kendi varlığı onunla, yani: Hak'la da olamaz.. Hatta; Hakkın varlığında da olamaz..

Şüphesiz, bu arada değişen hiç birşey yoktur. Yani: Bütün bu olup biten işler arasında: Her şey haliyle olmaktadır. Yani: Olduğu gibi.. İşte.. O irfan sahibi, kendisini, bu halet içinde görür.. Yani: Varlığını böyle sezer.. Kısacası: Onun görüşü ve bilişi;hiçbir olan şeyin yeniden olacağı, sonradan birşey olduğu fikrine sahip olmadan, kendisini olduğu halde görür ve bilir..

İşbu manada, fena hali yoktur.. Yokluğa gitmek, diye bir mesele mevzu bahis değildir.

Mahiv, diye birşey yoktur. Sonra.. Fena halinin de fena bulması ile de bu durum hasıl olmaz..Yani: Yokluğu da yokluğa gömmek, diye bir şey yoktur.. Bir şeyin yok olduğunu düşünelim.. Yani : fena halini.. Onun böyle olması.. Yani: Bir şeyin fenaya varması demek, o şeyin daha önceden var olması demektir.. Durum, böyle iktiza eder.. Önce, durum budur..

Fena bulmak kabul edildiğine göre, bunu da kabul gerekir.. Bu ki kabul edildi : onun, yani: o fena bulan şeyin kendi başına bir varlık olması da kabul edilir.. Böyle olması gerekir.. Yani: Allah'ın kudreti ile değil de, kendi kendine var olması.. Bu ise, muhaldir.. Olamaz.. Nedenini izaha lüzum bile yok.. Açık..

Buraya kadar hayli şeyler anlatıldı.. ve birçok muamma olan manalar da çözüldü.. Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan odur ki: Bir ârif kişinin nefsine karşı olan irfan duygusu; şüphesiz, Allah-ü Taâlâ'nın nefsini bilmesi sayılır.. Öyle değil mi?.. Arada bir yabancı düşünülmediğine göre, başka nasıl olabilir ki?.. Olamaz.. Çünkü, irfan sahibinin nefsi, özü, varlığı: Allah-ü Taâlâ'nın nefsidir...
Özüdür..Varlığıdır.. Kısacası: Allah-ü Taâlâ'dır.. NEFS'ten murad: Varlıktır.. Vücuddur..

Şimdi.. bütün mesele.. anlatılan mana derinliğine erebilmektedir. Her kim bu anlatılan makama vâsıl olursa onun kendisine mal edeceği bir varlığı olmaz.. Ne zâhirde kendine mal edeceği bir varlığı olur: ne de batında.. Yani: Ne içte, ne de dışta.. Hiçbir halde kendisine
has bir vücud tanımaz.. Şüphesiz, bir vücudu varsa.. Allah'ın vücududur; varlığıdır. Şüphesiz, onun kelâmı, Allah'ın kelâmıdır. Fiili, yani işi, Allah'ın işidir.. O esas varlığa kavuşan kimsenin de bir davası vardır: Marifetullah.. Yani: Yüce Allah'ı anlamak.. İşbu davası da: Doğrudan doğruya nefsini bilmesidir.

Bu arada ey cahil kimse.. Sen: O eren kişiden bir iddia işitirsin.. Haliyle ne olduğunu da anlayamazsın.. Yani: Anlatılan mana yolunda.. . Ve onun varlığına bakınca.. Allah-ü Taâlâ'dan
başkası sanırsın.. Tıpkı sen, özünü; Allah-ü Taâlâ'nın gayrı sandığın gibi.. Şüphesiz; bu halin, hakiki halle bir çelişme meydana getirir.. İşbu çelişme ise.. sen, kendi nefsini bilmediğindir..

Onun ne olduğunu anlayabilseydin; hiç böyle bir yanlış duruma girer miydin?..

Düşün ki: Mümin, müminin aynasıdır. Her iki halde de mümin Allah'ın sıfatıdır.. Her iki halde de, mümin zatın gayrı değildir.. Aynıyla, o odur. Yani: Allah.. O müminin baktığını gör: Allah'ın gözü ile bakar. Çünkü onun gözü Allah'ın gözüdür. Yani: Onun nazarı Allah'ın nazarıdır.. Yani: İnanan müminin nazarı.. Yani: Anlatılan manaya vasıl olan müminin nazarı..

Ne var ki: Bu mana, zahire çekilmez.. dile düşürülemez.. Senin bu kısa bakışınla; o, olamaz..

Senin, bu kısır ilminle de olamaz.. Senin, bu eksik anlayışınla da olamaz.. Hele vehminle.. hele zannınla hiç olamaz.. zahirdeki görüşünle de olamaz.. O, daima odur.. Ama nasıl?. Geç ötelere.. nasıl olduğunu anla.. O, aynıyla ve görüşüyle odur..

İşin sonuna geldik sayılır. Böyle olunca, biraz daha açık konuşacağız. Şimdi diyeceklerimizi, buraya kadar anlattıklarımız açısından dinlemelisin..
Bu hali ki, kendinde buldun; biri sana:
- Ben Allah'ım..
Derse. Onu duy.. ama candan duy.. çünkü Allah:
- Ben Allah'ım..
Diyor.. O sözü diyen kimse değil.. Yani: O kimse söylemiyor.. Hak söylüyor.. Belki burada bir şaşırma olabilir.. Yani: Sende.. Çünkü sen: O sözü edenin vâsıl olduğu makama vâsıl olmadın.. Şayet, onun vâsıl olduğu makama vâsıl olsaydın ; onun dediğini anlardın.. Sonra.. Onun gördüğünü, sen de görürdün.

Biraz öz konuşalım.. Hulâsa: Cümle eşyanın varlığı, Hakkın varlığıdır.. Ama, onların bir varlığı olmadan.. Sakın ha.. bu anlatılan manalarda bir şüpheye kapılmayasın.. Sonra.. Yanlış bir vehim yoluna da sapmayasın..

Meselâ demiyesin ki: - Allah-ü Taâlâ, mahluktur..

Bazı irfan sahipleri dedi ki :

- Tam bir sofi vasfını alan kimse, mahluk olamaz.. Yani: Yaratılmış birşey değildir.. Şüphesiz bu tabir doğrudur. Bizim anlatmak istediğimiz de bundan başkası değildir.. Ancak, dikkat gerek.. Bu vasıf, rastgele herkese verilemez.. Bir sofi'nin öyle bir vasfa lâyık olması için; tam bir keşif gerek.. Sonra.. cümle şeklerin(şüphe) eriyip gitmesi gerek.. Sonra.. bütün vehim kırıntıları da silinmelidir.. İşte.. bundan sonradır ki; yukarıdaki vasfı almaya, o sofi lâyık olur..
Bu vasfı ki; aldı.. Onda, daha başka şeyler aranmaya başlanır. Öyle seciyeye sahip olmalıdır ki; gerek bu âlem, gerekse, bu âlemin bitişi ile başlayan ebedi âlem, onun gönül evinde çok ufak kalsın.. Hatta, bir yer bile tutmuş olmamalı.. Sadece, dünya ve âhiret kadar; yani, o ende bir gönül genişliğine sahip olan için ; yukarıdaki: - Mahluk değildir.. Tabiri yaraşmaz..

Sebebine gelince: Hakiki hulk yani seciye, cümle âlemlerden çook çok daha geniştir..

Bu bapta söylenecek söz, özet olarak bundan ibarettir.. Şimdi.. Anlatılmadık, bir şey kalmadı..

Ne var ki; biraz daha ilerlemek icap eder.. Buraya kadar anlatılanları, daha iyi anlamaya çalış.. Ve bil ki: Gören ve görülen.. Var olmuş olan ve var eden.. Anlayan, anlaşılan.. bilinen ve bilen.. Yani: Ârif ve maruf.. Vücud ve mevcud.. İdrâk edilen ve idrâk eden.. Bütün bu anlatılanlar, bir şeydir. Aynıdır.. tek şeydir. Başka yol arama.

Şüphesiz o.. Yani, Allah-ü Taâlâ: Vücudu ile, vücudunu görür.. Açıkçası: Varlığı ile, varlığına bakar; görür.. Vücudu ile, vücudunu anlar.. Ârif olur.. Vücudu ile vücudunu idrâk eder.. Ama.. sakın ha.. çok sakın; bu olanların hiçbirine bir şekil çizmeye kalkma: - Şöyle görür; veya böyle görür.. Deme.. Onun; ne marifetinde bir şekil vardır; ne görüşünde, bakışında bir şekil vardır; ne de idrak edişinde..

Hatta.. Öyle ki: İdrâk, rüyet(görme), marifet kelimelerinin harfleri bile yoktur.. Yüce Allah'ın, nasıl varlığı için bir şekil ve bir biçim yoksa.. Tıpkı bunun gibi: Onun, kendi nefsini görmesi için de bir biçilmiş şekil yoktur.. Onun, nefsini idrâki için de, bir belli biçim yoktur.. Onun, nefsini marifet babında, yapılan bir tarif de yoktur.

Şimdi.. Önemli bir soru ile karşılaşabiliriz.. Meselâ biri şöyle diyebilir:
Kainattaki iyilik ve kötülüklere hangi nazarla bakacağız?.. Anlatılan manalar açısından bir tezeğe, ya da bir cifeye baktığımız zaman ona : Allah diyoruz.. Bu mananın da açılması gerekmez mi?..

Şüphesiz bu soru önemlidir.. Ama bizim sözümüzde böyle bir mana yok ki.. Dıştan bakılınca belki olabilir.. Ama derinlemesine açılınca sözümüzün aslı kolay anlaşılır. Ortada bir cife mi vardır?.. Bir tezek ve pislik mi vardır?.. Şüphesiz yoktur.. Onlar zahire göredir..

Hakikatte onlar bir başkadır.. Bu sözümüz onadır ki: Cifeyi bir cife olarak görmez.. göremez.. Pisliği pislik olarak görmez.. göremez.. Çünkü onun bir basireti vardır. Bir mana gözü vardır..

Elbette ki, sözümüz, böyle bir basiret sahibi, yani: Mana gözü sahibi içindir.. Elbette ki, anadan doğma gözsüzler, işaret ettiğimiz hedefi göremez; sözümüzü anlayamaz.. Anadan doğma kör tabirimiz, o kimseler içindir ki: Nefsine karşı bir irfan duygusuna karşı bir irfan
duygusuna sahip değildir. Gerçek manada asıl kör, bu zümredir. Bir kimsenin ki, temelli körlüğü ve gözsüzlüğü gitmemiştir.. O bizim kelâmımızı nasıl anlayabilir? Sonra.. Anlattığımızmana derinliğine vâsıl olmak, onun için değildir.. Kısaca diyelim: Bütün bu konuşmalarımız Allah iledir.. Onun gayrı ile.. onun gayrı ile.. Ve mana gözünden yana yoksun olanlara değildir.. Bütün bu incelikler, çok dikkat ister..

Kısa bir cümle:
Her kim anlatılan bu makama vâsıl olursa .. Kendisini bilir: Allah'ın gayrı değildir..

Hülâsa..Bütün hitabımız onadır ki: Bu yolda bir azmi, gayreti, aldığı bir himmeti vardır.. Yani: Allah-ü Taâlâ'yı bilmek için, nefsini bilmek yolunda bir talebin sahibidir.. Şüphesiz, vasfını anlattığımız kimsenin kalbinde, bir tuluat.. Bir doğuş vardır.. Yukarıda anlatılan talep, onun kalbinde parlar.. İş bu talep, sonunda: yanan tutuşan bir iştiyak olur.. İş bu iştiyak, doğruca, Allah'a vüsul yolundadır.. ki, bu vüsulün şekli, daha önce anlatıldı..

Kalbinde, yanan bir nuru olmayan, maksatsız, iştiyaksız.. Hatta, aşksız, sevgisiz biri ile bizim sözleşmemiz yoktur..

Bu arada, yine bir soru ile karşılaşabiliriz... Biri çıkar ve şöyle sorar:

-Allah-ü Taâlâ buyurdu ki: - <<>> (6/103) Halbuki, bunun aksini iddia ediyorsun?. Sözündeki hakikî mana ne ola ki?.

İş bu soru da, diğer soruların bazıları gibi, anlattığımız manalar anlaşılmadan soruldu.. Eğer hakikaten söylediklerimiz anlaşılmış olsaydı; bu soruya yer kalmazdı.. Kısaca diyelim: İş bu Âyet-i Kerime, tam bizim anlattığımız manaya işaret etmektedir.. O Âyet-i Kerimede işaret edilen asıl mana şudur:

- Onu görecek, onu ihata edip bakabilecek; ne bir göz vardır.. Ne de böyle bir şeye sahip olan kimse.. Çünkü varlıkta ondan gayrısı yoktur.. Ondan gayrı bir varlık olsaydı; kendi gayrını görebilirdi.. İş bu manada, yalnız Allah-ü Taâlâ vardır; başkası yoktur..

Şüphesiz Allah-ü Taâlâ: - <> Buyurmakla, öyle bir yabancının olmadığını anlattı.. Yani: Zatından başkası yoktur; dolayısıyla idrak edecek kimse de yoktur.. Yani: Arada bir yabancı bir varlık yoktur.. Yani: Bir idrak eden varsa.. O da, Allah'tır.. Başka yoktur; ancak o vardır.. Zatını idrak eden odur: başkası değil.. Elbette gözleri, o idrak eder.. Çünkü: gözler ancak onun varlığıdır..

Şayet biri çıkar derse ki: Elbette onu gözler göremez.. Çünkü gözler sonradan yaratılmıştır.. Böyle yaratılmış bir şey de, ezeli ve ebedi varlığı göremez.. Sizin iddianız değil; bu doğru olsa gerek..Bu soru da bizi esas manadan uzaklaştırır.. Sonradan olma ve sonra yaratılma ne demektir?.

Biz bütün bunları daha önce anlattık.. Yukarıdaki söz, kendini bilmeyenin bir sözüdür.. Daha önce de anlattığımız gibi: Arada yabancı hiçbir şey yoktur.. Gözler de yoktur. O vardır.. Varlığını; o, zatı ile idrak eder. Fakat.. Bir idrak varlığı da düşünülmeden.. Keza onun idrakı için bir şekil de olmadan.. Hasılı: O vardır; başkası yoktur..

Rabbı, daima Rab'la anladım;
Sonra da şeksiz, şüphesiz kaldım..
Dahası, zatı, zatım oldu hak;
Ne noksan, ne ayıp hele bir bak..
Arada, ne terazi ne mizan;
Nefsim oldu gayba mazhar olan..
Ne zamn ki özümü anladım,
Hem de katıksız, içkisiz kaldım..
Mahbubun vaslına dahi erdim;
Ne yakınlık, ne uzaklık bildim...
Feyz sahibinden ihsana erdim;
Ne minnet, ne de alınma gördüm..
Nefsimden de olmadım uğruna;
Hiçbir libas da kalmadı ona..

Sözün sonuna geldik sayılır. Ama daha bitmedi. Bu arada yine bir soru ile karşılaşabiliriz.. Mesela, biri şöyle sorabilir:

-Şimdi, sen bütün bu anlattıklarınla, sabir bir varlık olarak, Allah-ü Taâlâ'yı bıraktın.. Ve herşeyi de yok ettin.. Durum böyle olunca.. Bu dış gözle gördüğümüz şeyler nedir?..

Bu sorunun cevabını gayet kolay verebiliriz.. Deriz ki:
-Söylediklerimiz, yazdıklarımız, varlık olarak, Allah-ü Taâlâ'nın gayrını görmeyen içindir.. Biz sözümüzü, sohbetimizi böylesi ile yaparız.. Ama, o kimse ki, Allah-ü Taâlâ'dan gayrı bir varlık
görür; onunla hiçbir işimiz yoktur.. Hatta, böylesine verecek bir cevap bile yoktur. Hatta, öyle bir kimseye; bir soru da sormayız.. Sorusunu da nazara almayız.. Bu şekilde, yanlış bir anlayışa sahip olan kimse.. O, sadece, zahirde gördüğünü görür.. Başka bir şey göremez..

Hali anlatıldığı gibi olana ne gösterebiliriz?. Hasıl-ı kelâm: Her kim, anlattığımız şekilde, özünü anlarsa.. Allah'ın gayrını göremez..Nefsini bilmeyen, anlamayan kimse.. O da, Allah'ı göremez..

Kısa bir cümle:
-Her kap, içinde ne varsa, onu dışa sızdırır.

Analtılan mana, hepten bir cümleye sığabilir.. Ama biz, anlatabilmek için; mevzuu, açtıkça açtık.. Anlayan anladı.. Anlamayan için bunun birkaç mislini yazsak; yine faydası olmaz.. O kimse ki; özünden bir şey göremiyor; ona ne bir şey anlatılabilir.. Ne de o, bir şeyi anlar ve idrâk eder.. Ama, bunun aksine; bir kimse ki, içten özlü bir görgü sahibidir.. İşte.. anlatılanları o anlar ve idrâk eder..

O kimse ki, anlatılan manada bir vuslat haline ermiştir.. Ona: Bir işaret yeter.. Vuslat ne şeydir; bilmeyen vâsıl olamaz.. Öğretilmek, anlatılmakla, bir şeye erdirelemez..

Sonra.. Bu işler, ikrar ve takrirle de olmaz.. Hatta, akılla da olmaz.. Ancak fazileti tam, ermişliği sabit bir zata teslimle olur.. İş bu zat, kendisine gelen gönül hastalarına karşı bir hazakat sahibi olmalıdır. İşte.. hali böyle olan bir zat; saliki, nuru ile hidayete erdirebilir..
Ancak bunun himmeti ile salik yetişir.. Allah-ü Taâlâ, teslim olan salikin vaslını dilerse.. Vasfını kısaca anlattığımız zat, iyi bir delil olabilir..

Allah-ü Taâlâ'dan başarı dileriz..
Ta ki, sevip hoşlandığını bize iletsin..
Sözde.. işte.. ilimde.. nurda.. hidayette.. Bütün bu işlerde, ondan başarı dileriz..
Çünkü o, her şeye kadirdir.. Dualara icabet onun hakkıdır..

Allah-ü Taâlâ; efendimiz, Muhammed'e salât eylesin.. ki o, bize bir müjdecidir.. Yanlıştan sakındırandır.. Keza onun âline de, ashabına da ; Allah-ü Taâlâ'dan salât dileriz.

Çünkü bunlar, değerli ilimlerin sahibidir.