10 Aralık 2009 Perşembe

Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yokdur. Nasıldır denilemez. Âdemin rûhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin rûhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratdı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, rûh da mekânsızdır. Rûh da madde değildir. Rûhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişikdir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkda durdurmakdadır. Bedenin her zerresini diri tutan rûhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkda durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni rûh vâsıtası ile diri tutmakdadır. İnsana gelen her feyz, önce rûha gelir. Rûhdan bedene yayılır. Rûh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmekdedir. Hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat mü'min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mü'min kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Mü'minin kalbi denildi. Çünki kâmil, olgun mü'minlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüşdür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmışdır. Onlar gibi olmuşdur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmışdır. Anlaşılacak hâle gelmişdir. Anlaşılamıyanı yerleşdirmek gücü kalmamışdır. A'râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan dahâ sapıkdır) buyuruldu. Tesavvuf büyükleri arasında ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" kalbinin geniş olduğunu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fekat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan rûha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki dahâ da küçükdür. Şunu da söyleriz ki, mü'minin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuşdur. Arş, içindekilerle birlikde, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâdis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, rûh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmağa yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.

İnsan kendine çok zulm etdi. Varlığından ve kendi ile birlikde var olanlardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyamadı. Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamakdır. Bilmediğini söylemek, bilmekdir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımakdır.

imam rabbani hazretleri
(k.s.)
mektup 287 den.