20 Şubat 2011 Pazar

"Allah'ın nurdan ve karanlıktan yetmiş bin perdesi vardır. .."

Yüce Allah ile ilgili olarak söylediklerimizi Hz. Rasulullah (s.a.v.)m şu sözü de desteklemektedir: "Allah'ın nurdan ve karanlıktan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açarsa, mahlukattan gözleriyle O'nu idrak edenlerin yüzlerinin derisini yakar."" İşte bu Allah'tır ve O, söylediğimiz gibi O'dur. Allah Rasulu(s.a.v.) makamları ne güzel biliyor ve eşyayı ne güzel keşfediyor. Bu açıklamayı yaparken maksadi perdelerin sayısını vermek değildir, bilakis, maksadı yüce Allah'ın zuhur etmesinin mümkün olmadığını vurgulamaktır. Ayrıca Hz. Rasulullah (s.a.v.) ifadeyi gözlerle de teyit ediyor. Bu, Allah'ın vasfı olduğuna dair en şerefli basirettir. Ama akıl böyle değildir. Çünkü akıl gayb ile ilintilidir. Allah açısından ise gayb diye bir şey yoktur. Her şey Onun için görünendir. Bu yüzden akıl değil gözden, basardan söz edilmiştir.

Yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında bakacak olursak, şu husus da bu kapsama girer: Hayret huzuru, sıfatları gözleyenlerin, fikir erbabının ve basiret sahiplerinin içine giren hayret, yani sıfatların aynlerinin ispatı veya nefyi Allah'a... aittir. Hükümlerine gelince, bu hususta akıl erbabı arasında bir ihtilaf yoktur. Bu noktadaki hayretin sureti şöyledir: bu sıfatların aynlerini mevsuf zata zait olarak kabul edenler Allah'ta sayı, çokluk ve muhtaçlık ispat etmiş olurlar. Oysa Allah her açıdan birdir (bizzat müstağnidir ve bizzat kâmildir). Böyle bir şey olabilir mi? Eğer desek ki, sıfatların aynlerinin zata zait nitelikler olduğunu ispat etmekten hiçbir şekilde sayının ispatı çıkmaz. O zaman ortadaki durum, sayı ispat etmekten daha şiddetli olur. Şöyle ki: Böyle bir durumda ilâhî zat başka bir şeyle kâmil olmuş olur. Başkasıyla kamil olan bir şey de zatı itibariyle eksiktir. Sıfatların aynlerini nefyeden ve bu iki makamdan, yani hem kesretten hem de eksiklikten kaçan kimse de başka bir durumla karşı karşıya gelir. Şöyle ki: marifetullah ile ilgili olarak ortaya koyduğunuz delil açısından hüküm, Onun güç yetiremediği şeklinde belirginleşir. Eğer bu hükümler sırf zat için ispatlanırsa, bu takdirde Onun kendisi için kadir olduğu ispatlanır ve fiil de ezelîlik niteliğini kazanır ki bu imkansızdır. Dolayısıyla bu bakımdan Allah'ın kendisi için kadir olduğunu ispat etmek de imkansız olur.

Sonra kalb, görüneni görünmeyene mukayese etmek yoluyla bu açıklığı ve belirginliği bulamaz. Özellikle akim kaynağının ne olduğu, burhanlarını ve delillerini nereden terkip ettiği bilindikten sonra. O halde kusur bu çerçeveyle ilgilidir ve ...bu gibi işlere dalmak güzel bir davranış değildir. Bir şey ancak gözlem, görme veya tarif ile elde edilebiliyorsa, onu bu yolların dışında elde etmek makama karşı küstahlık ve cüret sayılır.

O halde akıl erbabı için en uygun olanı varlık üzerinde durup ikrar etmek, ötesine geçmemek ve sıfatları sağlamlaştırmaktır. Çünkü bunları nefyetmenin de ispatlamanın da imkanı yoktur. Akıl böyle bir konuya vakıf olmaktan acizdir. Daha doğrusu bu konuyla ilgili olarak dayandığı bilgiler çok azdır.

Muhyiddin ibn Arabi(r.a.)
CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI'ndan